Hikaye

Kısaca: Hikaye yada Öykü, olmuş veya olabilecek hayat olaylarını anlatan romandan kısa edebî yazılar. Özellikleri romanın özelliklerinin aynı olmasına rağmen, onun kadar uzun olmayıp, kısadır. Bu yüzden hikayelerde olay fazla genişletilmez ...devamı ☟

Hikaye yada Öykü, olmuş veya olabilecek hayat olaylarını anlatan romandan kısa edebi yazılar. Özellikleri romanın özelliklerinin aynı olmasına rağmen, onun kadar uzun olmayıp, kısadır. Bu yüzden hikayelerde olay fazla genişletilmez ve ikinci plandaki kişilere fazla yer verilmez.

Anlatımı bakımından romana benzeyen, ancak romandan daha kısa yazı türüdür.

Öykü ya da hikaye, gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatı.

Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.

Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.

Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla edebi bir tür haline gelebildi. Edgar Allan Poe’nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil Avrupa’da da etkili oldu. Almanya’da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.

20. yüzyıla girildiğinde öyküler ilk kez genellikle gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve bu yüzden gazeteciliğe özgü yerel renkler taşıyordu. Bret Harte’nin öyküleri, Ruyard Kipling’in Hindistan’daki yaşamı anlatan öyküleri, Mark Twain’in Missisippi ve O. Henry'nin öyküleri bu özelliktedir.

Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağladı. Türkiye'de öykü ya da hikaye kavramı diğer yeni türler gibi Tanzimat'tan sonra edebiyatımıza girmiştir. Öykünün bizdeki ilk gerçek temsilcisi olarak Ömer Seyfettin'i görmek mümkündür. Falaka,Başını Vermeyen Şehit,Pembe İncili Kaftan gibi dönemin sosyal olaylarını gözler önüne seren Ömer Seyfettin çok sayıda hikayesiyle Türkiye'de hikayeciliğin gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır. kısa ve düz yazılardırrr...

Edebiyatta hikaye türü

Hikayede olaylar genellikle yüzeyseldir. Kişiler çoğu zaman hayatlarının belli bir anı içinde anlatılır. Genellikle kişilerin tek yönü üzerinde ( çalışkanlık, titizlik, korkaklık vs. ) durulur. Bu da romanda aynı dönemlerde oluşmaya başlamış ve özellikle Realizm döneminde önemli bir tür haline gelmiştir.

Hikayede tek bir olay işlenir. Olayın öncesi ve sonrasını tasarlamak okuyucuya kalmıştır. Yaşatılan şahısların çoğu uzun uzadıya tanıtılmaz. Etraflı portre çizimlerine ve karakter tahlillerine gidilmez. Çevre tek ve sınırlıdır. Ayrıca olay uzun tasvirlerle anlatılmaz. Hikayede zaman, çok defa son derece dar bir dilimdir. Bazan bu sadece bir an'dır. Hikayenin üslubunda güzellik, hareket ve sür'at aranır. Her cümle ve kelime olayı ilerletmelidir. Hikayeler çoğunlukla mensurdur. Ancak manzum olanları da vardır.

Eski Yunan'da fabllar, kısa romanlar, binbir gece masalları ilk hikayemsi örneklerdir. Batıda ilk hikayeler İtalyan edebiyatında Boccaccio (1313-1373)nun Dekameron adlı kitabıyla başladı. On sekizinci yüzyılda Voltaire bu türde yazmaya çalıştı. Gerçek hikayeler ise 19. yüzyılda Fransız edebiyatında Mauppassant (1850-1893), Rus edebiyatında Çehov (1860-1904), Amerikan edebiyatında O'Henry (1862-1910) gibi realistler tarafından yazıldı ve bugüne ulaştı.

Türk edebiyatında bugünkü manada hikaye, 1870'lerde görülmeye başlar. Manzum yazılan "destan"lar, "destansı halk hikayeleri" (Dede Korkut Kitabı), "halk hikayeleri" (Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber), Âşık Garip, Köroğlu hep birer "hikaye"dir. Ancak bu hikayeler Batılı, modern manadaki hikayelerden farklıdır. Uzun zaman romana "hikaye", hikayeye de "küçük hikaye" denmiştir.

Ahmed Midhat'ın Kıssadan Hisse (1870), Letaif-i Rivayat (1870-1895) kitaplarında yer alan hikayelerinin bir kısmı yerli, bir kısmı tercümedir. Aynı yıllarda Emin Nihad, Müsaretname (1872-1875) kitabını yazar. Samipaşazade Sezai'nin yazdığı Küçük Şeyler (1892) başarılı bir eser sayılır. Dönemin diğer bir hikaye yazarı da Nabizade Nazım'dır.

Türk hikayesini olgun bir seviyeye çıkaran yazar Halid Ziya Uşaklıgil'dir. Fransız edebiyatından Maupassant ve Daudet'yi örnek alan Halid Ziya, yalın dili, titiz gözlemciliğiyle realist hikayenin en güzel örneklerini verir. Edebiyat-i Cedide'nin diğer önemli hikayecileri arasında Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmed Rauf, Ahmed Hikmet Müftüoğlu sayılabilir.

İki tür hikaye görülür. Bunlar klasik hikaye ve modern hikayedir.

Mauppasant tarzı da denilen kilasik hikaye yukarıda anlattığımız özelliğe uyar.

Çehov tarzı denen modern hikayede ise belli bir kişi olmadığı gibi belli olaylar da çoğu kez yoktur. Yazarın kendiyle sohbet ediyormuş gibi bir anlatımı vardır; çoğu kez birinci kişinin ağzından anlatıldığı olur.

Türk edebiyatında yine Tanzimat’la  görülmeye başlanan hikaye türünde Halit Ziya, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket, Sait Faik önemli eserler vermişlerdir.


Milli edebiyat döneminde Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Refik Halid Karay ve Reşad Nuri Güntekin romancılıkla hikayeciliği birlikte yürüttüler. Ömer Seyfeddin bu dönem hikayeciğinin başında yer almış; Memduh Şevket Esendal ise Türk hikayeciliğine yeni bir hava vermiştir.Cumhuriyet döneminde, hümanist akımın öncülerinden sayılan Said Faik Abasıyanık, hikaye türünün yayılmasında etkili olmuştur.

Türk hikayeciliğinde isim yapmış diğer yazarların başındaki; Haldun Taner, Tarık Buğra, Sevinç Çokum, Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören gibi isimler gelmektedir.

Türk Edebiyatında Öykü (Hikaye)

Öykü türü edebiyatımıza Tanzimat’la birlikte girmiştir. İlk öykü örneklerini edebiyatımızda “Le-taif-i Rivayat” (Söylenegelen Güzel Hikayeler) adıyla Ahmet Mithat Efendi vermiştir (1870). Aynı yazarın “Kıssadan Hisse” adlı eseri de ilk öykü örneklerindendir. Batılı anlamda ilk öykü örneklerini ise “Küçük Şeyler” adlı eseriyle Tanzimat’ın ikinci kuşak sanatçısı Samipaşazade Sezai ortaya koymuştur (1892).

Türk öyküsü, Milli edebiyat döneminde Ömer Seyfettin’le asıl çıkışını yapmış, bu tür Memduh Şevket Esendal, Sait Faik Abasıyanık, Tarık Buğra, Sabahattin Ali, Haldun Taner… gibi yazarlarla iyice gelişmiştir.

Öykünün (Hikayenin) Öğeleri

Öykünün dokusu içinde yer alan öğeler dört öbekte toplanabilir.

a) Öyküde (hikayede) Olay ve Durum : Yazarın öyküde anlattıklarına olay ve durum denir. İnsan yaşamıyla ilgili her konu bir olaydır. Öyküdeki her olay, insanın eyleme dönüşmüş tutkuları, özlemleri, düşleri veya istekleridir. Öyküde her olay giderek bir soruna dönüşür; yazar okuyucunun ilgisini bu sorun üzerinde odaklaştırmaya çalışır.

b) Öyküde (Hikayede) Anlatıcı: Öyküyü anlatan kişi (yazar), çeşitli anlatım yöntemleri kullanabilir. Anlatıcı, anlattıklarını kendi benine indirgeyerek anlatabilir. Bu durumda çevresindeki kişileri, bu kişilerin duygu ve düşüncelerini anlatıcının gözüyle görürüz. Bu yönteme “birinci kişili anlatıcı” denir. Kimi zaman yazar öyküden kendisini çıkarır; bir gözlemci gibi davranır. Öykü ile okuyucu arasına girmez. Buna da “üçüncü kişili anlatıcı” denir.

c) Öyküde (Hikayede) Kişi ve Karakterler: Yazınsal ürünlerin temel amacı insanı anlatmaktır. Bu yüzden insansız bir öykü düşünülemez. Öykü kişileri genellikle tek boyutlu olarak ele alınır; kişilik özelliklerine ayrıntılı olarak değinilmez.

e) Öyküde (Hikayede) Zaman ve Mekan : Öyküdeki olaylar belli bir yerde ve zamanda geçer. Olay ve durum, yer ve zaman öğesinden bağımsız düşünülemez. Olay değiştikçe yer ve zamanda da değişmeler olur.

Öykü Türleri

Öyküler çeşitli açılardan sınıflandırılabilir. Öyküyü oluşturan öğelerin düzenlenişi yönünden öyküler iki türlüdür:

Olay Öyküsü

Bu tür öyküde yazar okuyucuyu “çarpıcı” bir olayla öyküye bağlamaya çalışır. Öykücü, giriş, gelişme ve sonuç bölümleri içinde olayı aktarır; önce gerilimi artırır, sonra düşürür.

Olay öyküsünün dünya edebiyatındaki öncüsü Fransız sanatçı Maupassant’tır. Bizim edebiyatımızda olay öyküsünün önde gelen bazı sanatçıları şunlardır: Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Y. Kadri Karaosmanoğ-lu, Sabahattin Ali vb…

Olay Öyküsüne (Hikayesine) Örnek

087956′nın SIFIRI (Tarık BUĞRA) Fatih taraflarında -amca derim- bir uzak akrabam oturur. Hali vakti yerindedir. Üstelik bir radyosu, küçücük, bebek yastığı gibi bir kedisi ve on altı, on yedi yaşlarında da bir kızı vardır: Kumral saçlı, taptaze, kadife tenli, iri, yeşil gözlü, canlı, cana yakın bir şey. Adı da Ic-lal.

Bana gelince, ben işte böyle, yirmi üç yaşımda, bütün varlığı ve avuntusu sık saçlar, sağlam dişler ve kırmızı bol, kocaman düğümlü kravatı olan, pansiyoner bir tıp talebesiyim. Akraba canlısıyım; bu yüzden de sık sık amcamlara taşınınm. Bu ziyaretlerimden birisinde ve yılbaşından bir hafta kadar önceydi; söz döndü, dolaştı, şans meselesine geldi. Ben; — Hiç şansım yoktur benim” dedim. Iclal; — “Benim de” dedi. Şanssızlığımız bize dünyanın en tatlı şeyini, sitemle kanşık övünmeyi veriyordu. Ve bu, tabiatiyle, yengeye vız geliyordu. O; — “Ne biliyorsunuz denediniz mi?” diye sordu ve; “Ortaklaşa bir bilet alın yılbaşı için” dedi.

Ben, laf olsun diye, hakkınız var der demez, Iclal’in öbür odaya fıriayıp yepyeni bir on liralıkla dönmesi bir oldu. Ve biz, daha sonra, amca yatmaya çekilince, büyük ikramiye ile neler yapılabileceğini uzun uzun konuştuk: Ben, iç hastalıkları ihtisasından ve bir röntgen makinesinden söz ediyordum; Iclal ise, küçük bir bahçe, üç oda, bir mutfak, havagazı ve banyodan dem vuruyordu. Ne tatlı şey!

Amma bunun için bir on lira da benim katmam gerekti. Oysa ayın bilmem şu kadarıydı, kırmızı renkli havale kağıdının gelmesine daha uzun, upuzun günler vardı. Ve zavallı pansiyoner talebe için aşçı borca işliyordu. On lirayı nereden bulmalı?

Borç arkadaştan alınır; ama, gel gör ki, arkadaşların en kabadayısı, kahvemizin garsonuna takmaya başlamamış olanl Adam sende, diyorum. Bu derde daha çok katlanmakta., ve yoktan yere artırmakta ne mana var? Alırım bir yarım bilet ve; “İşte senin payın” diye, veririm iki yüz elli bin lirayı, olur biter.

Hem bu işi hemen, yarın yapmalı; Iclalciğin yepyeni ve cana yakın on lirasına, sevgiliden gelen ilk resme bakar gibi bakıp bakıp da içimin eridiği yetmezmiş gibi, bir de bu sıkıntıyı artırmakta ne mana var sanki? Ertesi günü, hemen, bir yarım bilet alınacaktı, ama… Ayın yirmi dokuzu demeden, o yepyeni, o sevgiliden gelen ilk resme benzeyen on liralık da, birtakım hesaplar ve umutlarla gitti. Bunlarla beraber ben hala avutabiliyordum kendimi: Şimdi artık, kırmızı renkli havale kağıdı gelene kadar amcalara gidilmeyecek, sonra da Iclalciğe; “Biletimize amorti çıktı, al on lira” diye sırıtılacak! Tut ki, borç almışım! Ama benim kalleş, benim gaddar şansım bu ka-darcık dürüstlüğe olsun imkan bırakır mı? Yılın son günü pis ve uğursuz bir havada Bayezit Meydanı’nda, havuzun etrafında, bir arkadaşla, bomboş ceplerle ve ezik ve yenik ve toplum tarafından horian-mış.. dolaşırken., bilime, politikaya, sanata, hele hele paraya, yani ekonomik kaderlere dair felsefeler yürütürken., bu şans bende iken başka ne olsun? hlal’le ve annesiyle burun buruna geliverdik. Çarşıdan dönüyoharmış. Şey almışlar.. Sonra şey de almışlar… Niçin onlara uğram/yormuşum ve; — “Biletimizin numarası kaç?” Hey ya Rabbi! beride bilime dair, politikaya dair, sanata dair, alınyazısına dair bunca muamma durup dururken başka bir şey kalmadı da, biletimizin numarası mı dert oldu? Salladım bir rakam: — “87956.” Ve Iclal, söylediğim numarayı, önemle saygıyla, ciddiyetle yazdı, sonra da bu işin bana verdiği azap yetmezmiş gibi; — “Hadi bize gidelim; çekilişi radyodan dinleriz., değil mi anne?” dedi. Artık annesi de ısrar ediyordu. Ben son bir umutla, arkadaşıma baktım. Ama nerede? O budala, tabii Iclal gibi bir kızın karşısında olduğu için, dişlerimi gıcırdatan bir centilmenlikle çekip gitti. Arkasından “Hey budala, beni işkenceye götürüyorlar; arkadaşlık bu mudur, kur-tarsana” diye bağırmak istiyordum. Bağıramadım elbette.

Yolda 87956′nın her rakamı bir çekiç olmuş, ta beynimin içine vurup duruyordu: Alınyazım bu benim işte, şansım bu. Yüzbinlerce sayının içinde, sanki başkası yokmuş gibi 87956 dedirtecek bana tabii! 87956L Ne ahenk., ne kompozisyon., ne mimari! Beş yüz bin lira buna çıkmayacak da gidip elin budala, şapşal rakamlarına mı çıkacak? Birdenbire ve can havliyle, Iclal’e; — “Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum. O çoktan ezberlemiş bile: — “87956.” — “Yanlış” diyorum. — “Neden? Sen öyle demedin mi?” — “Hayır.” — “Aaa.. vallahi 87956 dedin., hala kulağımda.” Haklı kızcağız; unutulur mu hiç? Bir mısra gibi ahenkli lanet! Ama ne olursa olsun diretmek, bu korkunç surette çekici rakamı değiştirmek, sonuna bir on üç, evet, on üç takmak lazım. Boş ama… dirensem “çıkar da bak bakalım bilete” diyebilir. Alınyazısı değiştirilemez ki! Evde Iclal; “Sahi, biletin numarası 87956 değil mi?” diye sordu. Artık her şey vız geliyordu bana: — “Yok canım; mahsus söyledim onu… seni kızdı rayım diye. Elbette 87956. Bundan daha güzel olur mu ki, 87956 olmasın” dedim. Ve radyo kazanan numaraları okumaya başladı: Bin lira, beş bin lira, on bin lira kazananlar! Arada sırada kalbim hoplamakla beraber, bu küçük şanslardan korkmuyorum ve eceli bekler gibi, beş yüz bin lirayı bekliyorum ben : Bana o çarpacak, buna, Iclal kadar ben de eminim. Sonunda sıra bizim beş yüz bin liraya geldi. Spiker bir yığın mavaldan sonra: — “Evet muhterem dinleyiciler., evet, evet. işte tarihi an. Şimdi sizlere yılın rakamından birler hanesini söylüyorum: Altı!..” Ve kimsenin akıl edemeyeceği gevezeliklere devam ediyor: — “Şimdi onlar hanesindeki sayıyı, yani sondan bir önceki sayıyı söylüyorum: Beş! Demek ki, beş yüz bin lirayı alacak biletin sonu 56 oluyor. Elli altı dedim de aklı ma geldi: Galatasaray’da bir arkadaşımız vardı; 56 Ali. Muzip, zeki, cin gibi bir çocuktu 56 Ali. 56 Ali bir gün…” Şu spiker de aman ne hoşsohbet şey öyle! — “Yüzler dokuz! Şimdi biletin sonu 956 etti. Aziz dinleyiciler, inşallah 956 yılını da böyle sağlıkla, mutlulukla…! İdil’le göz göze geliyoruz: Yeşil ve tertemiz, taptaze gözlerde üç oda, bir mutfak, banyo dairesi, havagazı, bahçe, bahçede çamlar, çamlann ardında masmavi deniz… off Allahım… ne spiker! — “…7956!..” Amca da, yenge de… hatta kedi bile… şöyle bir doğruldular. Ve, Iclal rüyalaşmış, Iclal ballaşmış, bana gülümsüyor: Ev… sonra Abant’a, hatta Finlandiya’ya gidilebilir her sene… Ve spiker…esprili, hoşsohbet, radyofonik spiker, kahrolası spiker… Söyle artık şu sekiz’i de bitsin bu işkence! Ama neden onu bekleyecekmişim sanki? Amca, yenge, kedi… hepsi, her şey vız gelir bana; ama İdil’i bir an önce, yarım saniye olsun, önce, kaderi çizilmiş bir hayat için bir başka hayat kadar sürükleyici ümitten çekip kurtarmalıyım. Bu ümid şu spikerin gevezelikleri boyunca sürüp büsbütün yıkıcı olmamalı: “Erenköy’deki köşk… çamlar… mavi ufuk… Abant… bunların hepsi laf… hepsi laf diye bağırmalıyım.

Ama geciktim ve spiker… sekiz’i de söyledi. Bitkin, yıkılmış ve namütenahi melul bir sesle; — “Çıktı, değil mi?” diye inledim. Kime sorduğumu bilmiyordum. Dünya bomboştu. Bu buz renkli ve sınırsız boşluğun kilometrelerce, kilometrelerce ötesinde, çam ağaçlarına, hatta çamların altındaki bir çift şezlonga varıncaya kadar belli olan bir • köşk görünüyor, başka hiç bir şey görünmüyordu. Amcam, bir asır sonra; — “İnşallah” dedi. Ona boş gözlerie, aptal aptal baktım. Açıkladı: — “Yüz binler rakamı sıfır çıkarsa…” Birden bire kendime geldim ve; — “Çıkmayacak” diye bağırdım. Fazla bağırmış olmalıydım; yenge; — “Ne oluyorsun öyle?” dedi. Amca da; — “Neden?” diye sordu. Hüzünle; — “Çünkü”dedim, “büyübozuldu.” Üçü birden; — “Ne büyüsü?” dediler. Aynı derin üzüntü ile; — “Kedi” dedim, “Kedi minderden kalktı ve kapıya doğru gitti.” Gülümsemeye bile vakit bulamadılar ve spikerlerin en sevimlisi son rakamı da söyledi: Bilmem kaçmış! Buzlar dağılmıştı artık. Ama Iclal bir parça üzgündü. Ve ben, içimdeki ferahlıktan hiç değilse yarısını ona vermeden yapamazdım. Bir hamlede yanına gittim; iradeye dair, çalışmaya ve hak etmeye dair bir uzun nutuk çektim ve nutkun bal gibi aşk ilanı olduğunu -sonralara doğru- değil yenge, değil amca, hatta Iclal bile, hatta hatta ben bile anladım.

Durum / Kesit Öyküsü

Bu tür öyküde yazar, ya yaşamdan okuyucuya bir kesit sunar ya da bir insanlık durumunu belli bir ortam içinde aktarır. Kesit öyküsünde “olay”ın ve “gerilim”in yerini belli bir ortamdan kaynaklanan izlenimler, çağrışımlar almıştır. Konular günlük yaşamın içinden gelişi güzel çıkarılır. Sıradan insanlar kendi ortamı içinde, değişik açılardan yansıtılır. Bu tür öykülerde serim, düğüm, çözüm gibi bölümlere rastlanmaz.

Durum / Kesit öyküsünün dünya edebiyatındaki öncüsü, ünlü Rus sanatçı A. Çehov’dur. Bizim edebiyatımızda Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal gibi sanatçılar bu türün başarılı örneklerini vermişlerdir.

Günümüzde olay öyküsünün sınırları iyice daralmış, durum ve kesit öyküsü ağırlık kazanmıştır. Her öyküyü “olay” ya da “kesit” öyküsü diye nitelemek her zaman doğru olmaz; çünkü kimi öykülerde iki türün nitelikleri de bulunabilmektedir.

Durum (Kesit) Öyküsüne Örnek

OTLAKÇI (Memduh Şevket ESENDAL)

— Efendim, tütün tabakasını ortada unutmaya gelmiyor, insafsız herif, tütünün ne kadar saçak yeri varsa içti, tozlan bana kaldı. Çok otlakçı gördüm ama böylesine hiç rasgelmedimdi. Bizim rahmetli llhami de otlakçı idi ama hiç olmazsa bir inceliği vardı, adamı eğlendirirdi.Karşınıza oturdu mu, gözleri ile tütün paketini arar, sokulur, tabakayı, cebime koyanm, sözlerini şaşırır, cebimden çıkanp masanın üstüne bırakınm, sevinir. Saatlerce gözleriyle tabakanın arkasından koşar, sonra bir fırsatını düşürüp bir ağara yakınca keyiflenir, güler, söyler, dinleyenleri de eğlendirirdi. En çok hoşlandığı da fırsatını düşürüp cıgarayı kendi eliyle almasında idi. Siz ona paketinizi uzatırsanız alır ama, kendi eliyle aldığı cıgaradan duyduğu haram tadını duymazdı. Bu otlakçıya canım kurban, kardeşim! Bu herif öylesi değil ki.. Dün artık dayanamadım, söyledim: — Ama Mahmud Efendi, dedim, bu kadar da olmaz. İçiyorsun, neyse, iç. Ama hiç olmazsa tozunuda katık et! O, alışmış, aldırmıyor. Yan gözle bana baktı: — Bir cıgara sardım diye mi söylüyorsun? dedi. — Hangi bir cıgara birader, dedim, bak gene bir tutam saçak tütün kalmadı. Bana yalnız tozlan kalıyor. Kayıtsızca: — Senin tütün de içimli bir şey değil ya! dedi, bunu nasıl içiyorsun? Kaçak içsen bundan daha iyi! Kızdım: — A birader, dedim, iyiye kötüye baktığımız yok,sen benden çok içiyorsun. Fena ise niçin içiyorsun? — Ne yapayım, dedi, daha iyisi olsa onu içerim.. — Neden yok, dedim, tütüncü dükkanlan dolu! Yüzüme dik dik baktı: — Ben, dedi, bu zıkkıma para vermem. Mundar şey… Mekruh. Kalkıp üste de para vereceğim! İşim yoktu da… — Çok iyi buyuruyorsun, dedim, ama biz para ve riyoruz! — Ben de onu söylüyorum ya, dedi, para verdin verecek, bari iyisine ver. Bunun böylesini içecek olduktan sonra hiç içmesen daha iyi! — Sen, dedim, kırk yaşından sonra benim huyumu mu değiştireceksin? Kayıtsızca omuzlarını kaldırdı: — Benim neme gerek, dedi, ben kimsenin keyfine kanşmam. Sen bana karışıyorsun da ben de söylüyorum. — Canım, dedim, senin kuruyasıca huyunun bana ziyanı olmasa ben de kırk yıl söylemem. Ziyanın bana dokunuyor. — Benim sana ne ziyanım dokunuyor? diye sordu, bu sözleri hep bir cıgara için mi söylüyorsun? Ziyan olmuş da dünya batmış… Ben içmeseydim de sen içseydin, daha mı kar edecektin? Bari başkalarının yanında söyleme, seni ayıplariar. Tepem attı: — Neden ayıplıyoriarmış? diye sordum. — Neden olacak, dedi, bir cıgaralık tütün için bu kadar lakırdı ediyorsun. — Canım birader, dedim, hangi bir cıgara, hangi beş cıgara?… — Haydi on cıgara olsun, dedi, yirmi cıgara, otuz cıgara olsun… daha diyeceğin yok ya! Yok tütünün saçak yerini içmişim, sana tozu kalmış… bunları söylemek ayıp. Tozu kaldı ise bir paket al, saçak tütün iç. Bunun kemali altmış para! — Bunu ben alacağıma sen alsan ne olur, dedim, şu neden almak bize düşüyor da, içmek size? — Ben adet etmemişim, dedik ya! Böyle zehire para vermem, dedi. Sen adet etmişsin, ben içsem de alıyorsun, içmesem de. Benim için tütün almıyorsun ya. Benim için alıyorsan bir daha alma. Hem bir cıgara için adama böyle kahve ortasında bu kadar söz söylemek ayıp değil mi? Bu sana yakışır mı? — Çıldıracağım, dedim, sen altmış para verip bir paket tütün almaz, herkesin tabakasından geçinirsin, bu ayıp değil; ben tütünü katık et, saçağından bana da kalsın, dedim, bu ayıp öyle mi? — Bana neden ayıp oluyormuş? dedi, hırsızlık etmiyorum ya, zorla da almıyorum, tütünün saçağı dururken tozunu içecek kadar ahmak değilim… — Biz tütünün tozunu içip ahmak mı oluyoruz? dedim. Doğrusu çok da kızdım. Onun da cıgaradan sararmış parmakları titremeye başladı, ama sözünü kesmedi: — Sen, dedi, denlinden beri bana o kadar söz söyledin, ben sesimi çıkardım mı? Tütünün saçağı dururken tozunu içmek ahmaklıktır dedimse niçin kızıyorsun? Kahvede olanlara bakarak: — Yalan mı söylüyorum, efendiler, dedi. Bana bir cıgara verdi diye bu kadar söz söylenir mi, bu neredegörülmüş şey? Karşı peykede oturan Miralay Esat Bey bana işaret etti. Kendimi topladım: — Sen, dedim, birader bir daha benim yanıma gelme, benimle de konuşma. Bir gün öfke ile kafana bir şey vururum, başıma bela olursun, anladın mı? İşte bu kadar! İş buraya vannca Esat Bey cebinden tabakasını çıkardı : — Mahmut Efendi, dedi, gel sen buraya, bak ben sana bir tütün vereyim, nasıl beğenirsin… Tabakayı görünce kalktı, karşıya gitti. Bana da : — Benim kabadayılığım yok, dedi, kimseye de bir fenalık etmedim, gene de etmem. Bütün suçum nedir: Bir cıgara sarmışım! Sanki tufan olmuş… Bir yandan söylendi, bir yandan da Esat Bey’in tabakasında ne var ne yok içti. Ben artık cevap vermedim. Ancak Mahmut Efendi bana darıldı, ben de ondan kurtuldum sanmayınız. Ertesi sabah erken çocuk haber verdi ki, bir efendi gelmiş, beni görmek istiyormuş. Aşağı odaya indim. Baktım, Mahmut Efendi. Beni görünce dedi ki: — Birader, dün sizin hatınnızı kırdım. Sonradan ben de pişman oldum. Sizden özür dilemeye geldim. Kusura bakmayın, insanlık hali… İnsan bazen boş bulunuyor… Siz olsanız ne yaparsınız? Özür dileyen bir adam. Kalkıp evinize kadar da gelirse… Benim yüzüm tutmaz. “Buyurun” dedik. Kahve de pişirttik, önüne bir dolu kase de tütün koyduk. Kardeşim, emin olun, kalem vaktine kadar kasenin dibinde yalnız tozlar kaldı, cıgara tablası da ağzına kadar doldu!

hikaye

Türkçe hikaye kelimesinin Almanca karşılığı.
n. Erzählung, Geschichte, Novelle

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.