Türk Batı Müziği Nedir?

misafir - 8 yıl önce
Türk Müziği, Fârâbî, İbni Sina, Sultan Veled, Safiyüddin Urmevi, Kutbeddin Şirazi gibi, müzik alanında da günümüze ulaşmış şahsiyetlerin imbiklerinden süzüldükten sonra Osmanlı'ya ulaşmıştır. Osmanlı Devri'nde ise Abdülkadir Merâgî, Lâdikli Mehmed Çelebi, Hâfız Post, Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi,Zaharya Efendi gibi kimi müzik âlimi, kimi bestekâr olan şahsiyetlerin elinde olgunlaşıp zirveye çıkmış; İsmail Dede Efendi, Sultan III. Selim, Hacı Sâdullah Ağa, Şâkir Ağa, Tanbûrî Mustafa Çavuş, Tanbûrî İzak, Kadıasker İzzet Efendi, Dellalzâde İsmail Dede Efendi, Nikoğos Ağa, Kutb-un Nâyî Şeyh Osman Dede Efendi, Zekâi Dede Efendi, Hacı Arif Bey, Şevkî Bey, Hacı Fâik Bey, Bolâhenk Nûri Bey, Tanbûrî Ali Efendi, Kemânî Tatyos Efendi, Tanbûrî Cemil Bey, gibi birçok şahsiyetle birlikte de bir süre eski azâmetini korumuş, sonra ağır ağır inişe geçmiştir. Gerçi günümüze kadar Hâfız Sâdeddin Kaynak, Tanbûrî Selâhaddin Pınar, Klarnet Şükrü Tunar, Muhlis Sabahaddin Ezgi, Cevdet Çağla, Emin Ongan, Reşat Aysu, Kemânî Selahaddin İnal, Muzaffer İlkar, Yesârî Asım Arsoy, Cinuçen Tanrıkorur, Avni Anıl, Selahaddin İçli, Yusuf Nalkesen, Necdet Tokatlıoğlu, Yıldırım Gürses ve daha ismini sayamadığım şahsiyetlerle de bazan klasik devri tattırmış, bazan Batı Müziği'ne doğru açılımlar göstermiş, bazan romantizmle haşir neşir olmuş, bazan da yeni arayışlara yönelmiştir. Burada müziğimize emeği geçen herkese teşekkür etmek gerekir. Özellikle 1970'lerden 1990'lara kadar olan dönemde birçokları tarafından Türk Müziği sanki son anlarını yaşıyormuş gibi bir tablo çizilmiştir. Bu ruh hâleti içinde Türk Müziği'nin neredeyse cesedini 21. Yüzyıla taşıyacağız zannediyordum. Şahsen bu duruma çok üzülüyor, acilen birşeyler yapmaya çalışmak gerektiğini düşünüyordum. Elimden ne gelirdi ki? 1991 yılında meslek hayatıma başladığım Van'da bir Türk Müziği Korosu kurmakla işe başladım. Koromuz inişleri ve çıkışlarıyla hâlâ devam ediyor. Daha sonra birçok değerli ağabeyimizle birlikte Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi bünyesinde Müzik Eğitimi Bölümü'nü kurduk. Burada Türk Müziği ve Batı Müziği eğitimini birlikte verecek şekilde bir ders programı hazırladık."Batı'nın müzik tekniğini tanımış, Türk Müziği'ni de verebildiğimiz kadar öğrenmiş gençlerimiz yetişecek ve müziğimize yeni soluklar, yeni renkler ve açılımlar kazanacaktık" gûyâ. En azından mezun olan arkadaşlarımız gittikleri okullarda öğrencilerine Beethoven'dan Mozart'tan eserler sunarken bu arada Dede Efendi'yi, Hacı Arif Bey'i, bunların yanında Aşık Veysel'i,Hacı Taşan'ı, Neşet Ertaş'ı da unutmayacaklar ve bizim insanımız hiç olmazsa müziğinden öksüz ve yetim kalmayacaktı. Ama ne mümkün, insanlardaki mâlûm ihtiraslar ve yazmaya elimin ve gönlümün varmadığı çeşitli sebepler tabii ki buna imkân vermedi. Sağlık olsun, nasipten ötesi olmaz. Biz elimizden geldiğince çalıştık, takdir Cenâb-ı Allah'ın. Son zamanlarda Göksel Baktagir ve arkadaşlarını, A. Şenol Filiz ve Birol Yayla gibi genç arkadaşlarımızı gördükçe umutlarımız yeniden filizlenmeye ve yeşermeye başlamıştır. Bu arkadaşlarımızın yaptıkları yeni besteler, dikkati çekecek ve umut verecek kadar yeni açılımlara, yeni boyutlara ve yeni renklere sahiptir. Umudumuz bu arkadaşlarımızın sayısının artmasıdır. İnsanlar eninde sonunda kendi özlerine dönerler. İnşaallah bizim inanımız da üzerine sel gibi akıtılan talk-show'larla, Tele-Vole'lerle ve buna benzer bir yığın programlarla kendisine dikte ettirilmeye çalışılan "ses" bombardımanından bir an önce gözlerini, kulaklarını ve en önemlisi beynini kurtarır da özüne dönüş boyutu hızlanır. Buraya kadar müziğimizin nerden nereye geldiğini dar bir açıdan kısaca özetlemeye ve bazı dertlerimizi dökerek rahatlamaya çalıştık. Şimdi de müziğimizin o doyumsuz güzelliklerinden biri olan "Kürdî'li Hicâzkâr Makâmı" hakkında yazmaya çalışalım. İnsanlar genellikle teorik dersleri sevmezler.Zaten ben de sizlere teorik bir ders verme küstahlığında bulunacak değilim. Sadece müziğimizin bu güzide makamında kendimce bulduğum güzelikleri sizlerle paylaşıp yazıma son vermek istedim. Kürdî'li Hicâzkâr makâmı, bildiğiniz gibi Hacı Arif Bey'in tertip ettiği birleşik bir makamdır. İyice araştırılırsa görülecektir ki içinde kürdî, hicâzkâr, arazbâr, bazı eserlerde de râstta karcığâr makamlarını barındırmaktadır. Bu makamdan özenle bestelenmiş birçok eserin meyan bölümlerinde ise özellikle sabâ makamına çok güzel geçkiler yapılabilmesine imkan veren bir yapısı vardır. Bazı eserlerde nevâ perdesi üzerindeki segâh veya hüzzâm geçkileri de unutmamak gerekir. Bu geçkilerden bazılarını içeren eserlere örnekler aşağıda verilmiştir. · Hicâzkâr + Kürdî makamlarını içeren örnek eser: Bestesi Hacı Arif Bey'e güfesi Şeyh Galib'e ait "geçti zahm-ı tîr-i hicrin ta dil-i nâşâdıma" mısrası ile başlayan şarkı. · Arazbâr + Kürdî makamlarını içeren örnek eser: Bestesi Hacı Arif Bey'e ait "gurûb etti güneş dünya karardı" mısrası ile başlayan şarkı. · Meyan bölümünde sabâ makamına geçki içeren örnek eser: Bestesi Sadi Hoşses'e ait "yıldızlı semâlardaki haşmet ne güzel şey" mısrası ile başlayan şarkı. · Sadece Kürdî makamı dizisini içeren örnek eser: Bestesi Avni Anıl'a ait "öyle dudak büküp hor gözle bakma" mısrası ile başlayan şarkı. · İçinde karcığâr makamı geçkisi içeren örnek eser: Kemençeci Vasil'in Kürdî'li Hicâzkâr peşrevi. Kürdî'li Hicâzkâr makâmı, yukarıda sayılan geçkilerin tümünü bir bestede içerebileceği gibi çok azını da içerebilir. Hatta yukarıda ismi geçmeyen makamlara da geçki yapabilir. Bildiğiniz gibi her makam bir veya birkaç duygumuza tercüman olmaktadır. Dolayısı ile Kürdî'li Hicâzkâr makâmı son derece özgürce geçki yapabileceğimiz ve istediğimiz her türden duygu veya duygularımızı ifade edebileceğimiz geniş açılı bir makamdır. Kürdî'li Hicâzkâr makâmının içinde mutlaka bulundurduğu ve olmazsa olmaz olan makam dizisi kürdî makamı dizisidir. Bu makamın bütün sesleri Batı Müziği ile aynıdır. Dolayısı ile Kürdî'li Hicâzkâr makâmı kürdî makamı dizisi aracılığı ile Batı Müziği'ne doğru açılımlar yapmaya çok elverişlidir. Hicâzkâr, arazbâr, karcığâr ve sabâ makamlarının ise bazı sesleri Batı Müziği'nde tam olarak icrâ edilemez, yani bize hastır. Müziğimizdeki o bize has tadı ve renkleri bu makamlar gayet iyi bir şekilde verebilmektedir. İşte bu makamlar aracılığıyla batı ile doğu arasında güzel bir sentez yapmak için Kürdî'li Hicâzkâr makâmı çok uygun bir makamdır. Bildiğiniz gibi Batı Müziği'nde majör ve minör iki dizi bulunmaktadır. Majör dizi daha çok erkeksi ve sert, minör dizi ise kadınsı ve yumuşak bir havaya sahiptir. Her iki dizi de çok farklı duyguları ifade eder. Majör dizide birinci ile üçüncü ses arası 2 tam sesten, minör dizide ise 1.5 tam sesten oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında kürdî, arazbâr ve karcığâr makamlarını oluşturan diziler minör, hicâzkâr makamını oluşturan dizi ise majör bir yapı taşımaktadır. Kısaca Batı Müziği'nde çok önemli bir yeri olan majör ve minör dizilerin tüm özelliklerini Kürdî'li Hicâzkâr makâmı kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bu da makamın ne kadar güçlü bir bünyeye sahip olduğunun açık bir ifadesidir.Kürdî'li Hicâzkâr makâmı, inici bir seyre sahiptir. Yani tîz seslerden başlayıp pest seslere doğru inen bir seyir gösterir. Bu özellik makamın parlak olmasını sağlar. Özellikle bazı duygular daha canlı bir şekilde verilmek istendiğinde inici seyirli makamlar bu konuda daha etkili olmaktadırlar.Kürdî'li Hicâzkâr makâmı, içinde barındırdığı o hafif, ince, bir o kadar da derin duygulu hüznü ile ince ruhlara çok yakışan bir makam olarak benim gönlümde yerini almış bulunuyor. Bu makamdan yapılmış eserleri dinlerken zamanı da iyi seçmek gerekir. Ben özellikle ikindi ile akşam vakitleri

misafir - 8 yıl önce
Mûsıkî, her devirde toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Nitekim, mûsıkînin sâdece insanlar tarafından keşfedilmesine değil, insanların mûsıkîyle münâsebetlerini keşfetmelerine de bunun bağlı olduğu yapılan araştırmalarla gösterilmiştir. İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona konuşma, haberleşme ve soyut düşünce imkânını verdiği gibi, mûsıkî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak artistik, yaratıcılık ve değerlendirme insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir ki, gündelik hayâtın alelâde sesleriyle “mûsıkî” dediğimiz düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar çocukluktan, hayâtın ilk çağlarından îtibâren farklılıklar göstermektedir. Bir bebeğin ritmik bir sesle ve ninniyle uyuması gibi her ne kadar müzikle kültür birbirine çok bağlı şeylerse de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de tanıyıp, beğendiğini görüyoruz. Bu da, müziğin insanî bir hâdise olduğu ve kültürleri aştığını gösteren en büyük delillerden biridir. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde tekrarlanması hâlinde, bunları rasgele yükselip alçalan diğer seslerden, diğer bir deyimle, gürültüden daha kolaylıkla ayırt edebilmektedir. Müziğin nasıl keşfedildiği, nasıl bulunduğu hakkında çeşitli teoriler var. Yazımda tek tek sıralıyorum; fakat burada huzûrunuzu işgâl etmek istemem. Yalnız psikiyatri ve psikoloji açısından en geçerli görüşün haberleşme, komünikasyon teorisi olduğunu belirtmek isterim. Bu teori, insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini aktarabilmek için bir takım melodik sesleri kullanma zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için mûsıkîyi kullandıkları; yâni ilk defâ dînî mûsıkînin keşfedildiği de bu açıdan ileri sürülmüştür. Uzun bir gelişme devresi içinde kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanılır hâle gelir. Bu düzenin daha belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsıkîyi meydana getirir. Haberleşme hâdisesindeki bu farklılaşma “Netir” isimli bir araştırmacıya göre üç safhadan meydana gelmektedir. Özetle söylüyorum: Birisi farklılaşmamış haberleşme, gürültüyle haberleşme. İkincisi, mûsıkî ve konuşma arasındaki farklılaşmanın görülmesi. Üçüncüsü, çeşitli müzik türleri arasındaki farkların keşfedilmesi hâdisesi. Orijini ne olursa olsun mûsıkî – demin de söylediğim gibi insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir temele istinat eder. Kültürleşme, akültrasyon, çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlayan birtakım temel müesseseleri oluşturmuştur. Müzik, bunların arasında – yine üzerinde son derece ehemmiyetle durmak lâzım – kültürleri aşabilen nâdir örneklerden biridir. O bakımdan, ben bu arada bir cümleyle söyleyeyim. Türk Mûsıkîsi – Batı Mûsıkîsi, çok sesli – tek sesli kavgasına her zaman karşı olmuşumdur. Müzik, kültürleri aşabilen insanlığın malıdır. Bu bakımdan, bir milletin, başka bir milletin müziğini öğrenmesi, taklit etmesi, icrâ etmesi ve ondan birtakım şeyler yaratmasına mâni hiçbir şey yoktur. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel olarak müzik, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir. Şurasını da ayrıca üzerinde önemle durmaya değer bir husus olarak belirtmek isterim: Konuşma ve müzik, beyinde özel merkezlerde temsil edilen birer biyolojik ve psikolojik melekedir. Dolayısiyle insan doğarken melekesiyle berâber gelir. Nitekim, benim çok değerli bir arkadaşım vardı, merhum büyük bir edebiyatçıydı. Bir gün bana kulağıma fısıldadı: “Ben, araba gürültüsüyle müziği birbirinden ayıramam.” Bir hastalık, doğuştan beynindeki bir noksanlıktır. Bâzı insanın daha müziğe yatkın olması, “kulağı var” dediğimiz insanlarda bu melekelerinin, beyninin o bölgesinin daha iyi gelişmesine bağlı bir yaratılışa sâhiptirler. Nitekim, klinikte gördüğümüz “Amüzi” dediğimiz hastalıkda, beyindeki müzikle ilgili merkezin tahribi sonunda müzik melekesinin ortadan kalktığını görüyoruz. Bu sûretle de, ritmik ve melodik sesleri ayıramaz hâle geliyor hasta; nasıl afazide sesi duyup, konuşmayı, kelimeleri tefrik edemediği; agrafide sesi duyup, konuşmayı, kelimeleri tefrik edemediği; agrafide şekilleri görüp, yazıyı okuyamaması gibi. Türk Mûsıkîsi – Batı Mûsıkîsi karşılaştırması veya bir mukâyese yapmak istemiyorum, yalnız şunu söylemek istiyorum. Mûsıkî, bir haberleşme vâsıtası, bir enformasyon aracıdır. Enformasyon, onu teşkil eden cümlelerden ve o cümlelerin tertip edildiği harflerden, işâretlerden meydana gelir. Bu harfler, işâretler daha genel bir deyimle alfabe, yazılı, sesli, ışıklı veya başka türden olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp, çalmamız bir mesajdır. Kapının çalınmasını bekleyen kişi için, bu mesaj bir psikolojik enformasyon değeri kazanır. Meselâ, kapının çalınmasında, sevgilisinin içeri girmesini bekleyen âşıkla, kendisini alıp götürecek polisi bekleyen âşık için, aynı zil sesinin meydana getirdiği psikolojik reaksiyon birbirinden son derece farklı durumlardır. Mesajın alfabesi, çok değişik işâretlerden kurulabilir; Çin yazısındaki ideogramlardan, bizim kullandığımız Latin Alfabesinin harflerine, dilsizin parmak işâretlerine veya mûsıkîdeki notaya gibi. O hâlde mesaj, ölçülebilir bir matematik büyüklüktür. Demek ki, mûsıkî mesajı da, ölçülebilir bir matematik büyüklüktür. Bir alfabe içinde meselâ, “A” kadar bir işâret bulunsa ve biz bunlardan “L” tânesini tekrarlamak sûretiyle bir mesaj teşkil etsek, o hâlde meydana getireceğimiz, bu işâretlerle meydana getireceğimiz mesajın sayısı “A” üzeri “EL” yâni işâret sayısının, bunların tekrarlanması kadar katı nispetinde olur. Böylece elde iki işâretli bir alfabemiz olsa, bunlardan sâdece birisini kullansak, iki üzeri bir; yâni birbirinden iki ayrı mesaj getirebiliriz, bir ışığın yanıp sönmesi gibi. Buna mukâbil iki işâret kullansak, iki defâ kullanabilsek dört, üç defa kullanabilsek dokuz şeklinde geometrik dizi hâlinde artacaktır. İşâret sayısı veya işâretin mesajda kullanılması tekrârı adetiyle. Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı gibi, bir eformasyonun mesaj sayısını informatik değerini artırabilmek için iki yol vardır, ya işâretleri artırmak, ya o işâretlerin tekrârını artırmaktır. İşte Türk Mûsıkîsi, birbirine eşit olmayan 24 aralık üzerine dizilmiş skalasıyla teksesli müziği bu şekilde meydana getirmiştir; yâni bir mûsıkî cümlesi içerisindeki birbirinden farklı işâretleri artırmıştır. Buna mukâbil Batı Mûsıkîsi, bir mûsıkî içerindeki işâretlerin tekrârını artırmıştır; yâni o işâretleri çeşitli enstrümanlarla tekrarlamak sûretiyle bir melodik zenginliği ve bir ifâde gücünü elde etmiştir. İkisinin arasındaki temel fark budur. Bu temel farkı, birinin güzelliği, öbürünün kötülüğü şeklinde getirip, bir kavgaya dönüştürmenin son derece zararlı ve kötü olduğu kanaatindeyim. Meseleyi uzatmamak için kısaca bir misâlle hâdiseyi vermek istiyorum. Batı Mûsıkîsi, Çok Sesli Batı Mûsıkîsi bir heykele benzer, dar bir taban üzerine üst üste seslerin yüklenmesiyle meydana getirilmiş üç boyutlu bir heykele benzer. Buna karşılık Türk Mûsıkîsi, tek satıh üzerine, çeşitli renkli mozaiklerle yayılmış bir mozaiğe benzer. Mozaik de, resim de güzeldir, heykel de güzeldir. İkisi de kendi içinde güzeldir. Ama bu ikisini birbiriyle bu şekilde bir mukâyeseye sokmanın ben, - elmayla armudu toplamaya uğraşmak gibi – bir abesle iştigâl olduğu kanaatindeyim. Daha ayrıntılı metni Dîvâna takdim edeceğim. Okuyup, ilginize mazhar olursa çok müteşekkir olacağım. Şimdi müsaadenizle bildirimi sunacağım; Mûsıkî, her devirde ve her toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Gaskon isimli müellif bunun, mûsıkînin sâdece insanlar tarafından keşfedilmesine bağlı değil, insanların mûsıkî ile münâsebetlerini keşfetmelerinin de bir netîcesi olduğunu ileri sürmüştür. İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona, konuşma, haberleşme ve mücerred düşünce imkânını verdiği gibi, mûsıkî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olan “artistik yaratıcılık ve değerlendirme” de ancak insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir ki, gündelik hayâtın alelâde sesleri ile mûsıkî dediğimiz, düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar, çocukluktan, hayâtın ilk çağlarından îtibâren farklılıklar göstermektedir. Her ne kadar, müzik ile kültür birbirine çok bağlı şeyler ise de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de tanıyıp beğendiğini görüyoruz. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde tekrarlanması hâlinde onları rastgele yükselip alçalan diğer seslerden daha kolaylıkla ayırdedebilmektedir. Mûsıkî, bir çeşit “insan davranışı” olduğuna göre, insanın sesleri müzik şeklinde kullanmaya nasıl başladığı, yâni mûsıkîyi nasl keşfettiği suâline de cevap aramak gerekir. Darwinciler, tekâmül teorisinin metodolojisi ile meseleyi ele alıp, mûsıkîyi hayvanlardaki cinsî kaynaklı seslerle irtibatlandırmaktadırlar. Bu görüş, derhâl reddedilmesini sağlıyacak kuvvetli aleyhte delilleri de berâberinde getirmektedir. Meselâ kuşlar çiftleşme zamânı dışında da ötmektedirler. Buna karşılık maymunlar, çiftleşme devresinde dahi mûsıkî ile alâkası olmayan sesler çıkarırlar. Bir başka görüş, dansın, ritmik hareketlerin mûsıkîden daha önce mevcut olduğunu ve ritim duygusunun seslere intikâli ile, mûsıkînin meydana geldiğini ileri sürer. Bu görüşe göre, insan, zamanla hareket ve sesler arasındaki bağlantıyı bulmuş ve mûsıkîyi keşfetmiştir. İptidâî kavimlerde çeşitli gündelik faaliyetlere mûsıkînin eşlik etmesi ve bu faaliyetlerin müzikle taklidi, bâzı araştırıcılara “çalışma teorisi” fikrini ilham etmiştir. Taklit teorisi, insanın, kuşların ötüşünü taklit ile müziği bulduğunu kabûl eder. Bu da, iptidâî kavimlerde kuş seslerinin taklit edilmesine karşılık müziğin bulunmaması ile reddedilmektedir. İfâde teorisi, müziğin heyecanlı bir konuşma olduğu, heyecanların ifâdesi mâhiyetini taşıdığı noktasından hareket eder. Melodik konuşma teorisi, insanın konuşmasındaki ton farklarının, entonasyonun mubalağa edilmesiyle mûsıkînin meydana geldiğini söyler. Psikiatri ve psikoloji açısından en geçerli görüş, “Haberleşme komünikasyon teorisi”dir. Bu teori, insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini anlatabilmek için bir takım melodik sesleri kullanma zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için, mûsıkîyi kullandıkları, yâni ilk defâ dînî mûsıkînin bulunduğu da bu teoriden kaynaklanan bir görüştür. Uzun bir gelişme devresi içinde kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanır hâle gelir. Bu düzenin daha da belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsıkîyi meydana getirir. Haberleşme hâdisesindeki bu farklılaşma, Nettle isimli araştırıcıya göre, üst safhada meydana gelmektedir: 1- Farklılaşmamış haberleşme, 2- Mûsıkî ve konuşma arasındaki farklılaşmanın görülmesi, 3- Çeşitli mûsıkî türleri arasındaki farklılaşmanın ortaya çıkması. Menşei ne olursa olsun mûsıkî, insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir temele istinâd eder. Kültürleşme, çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlıyan bir takım temel müesseseleri oluşturmuştur. Mûsıkî, bunların arasında kültürleri aşabilen nâdir örneklerden biridir. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel olarak mûsıkî, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir. Şurası da ayrıca üzerinde önemle durulmaya değer bir husustur; konuşma ve mûsıkî, beyinde özel merkezlerde temsil edilen birer “biyolojik ve psikolojik meleke”dir. Bu merkezlerden birinin tahribi ile konuşmanın kaybolması (afazi) ve diğerlerinin tahribi ile de mûsıkî kâbiliyetinin kaybolması, sesleri ayırdedebilme yeteneğinin ortadan kalkması, yâni “amüzi” denen hastalık meydana gelir. Demek oluyor ki, mûsıkî, konuşma gibi, yaratılıştan mevcut olan, biyolojik bir vetîre’dir. Mûsıkî, dil kadar, belki ondan da fazla olmak üzere millî kültürün temel müesseselerinden biridir. Nasıl muhtelif milletlerin, muhtelif kavimlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı mûsıkî sistemleri de vardır. Bu bakımdan san’at ve zevk “evrensel” olabilir ama bir “evrensel mûsıkî”den bahsetmek mümkün değildir. Türk mûsıkîsinin dünya müzik türleri arasında önemli bir yeri vardır. Türk’ün yazılı, mevsuk târihî 2500 yıl öncesine kadar uzanır. Bu engin târih içinde hiçbir zaman devletsiz kalmamış olan Türk insanı bütün gündelik faaliyetlerinde mûsıkî ile berâber olmuştur. Hun Türkleri’nde askerleri teşci etmek için bir takım vuruşlu enstürmanların mevcûdiyeti bilinmektedir. Böylece mûsıkîmizin târihî Milat’tan önceki çağlara kadar uzanır. Göktürkler’de düzenli askerî bandoya benzer mûsıkî takımları vardı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Osman Gâzi’ye Selçuklu Sultânı’nın gönderdiği davul, tuğ, ve âlem ile tebliğ edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrine kadar her gün belli saatte mehter takımı hükümdârın huzûrunda nevbet vurur ve hükümdâr bunu ayakta dinlerdi. Dînî mûsıkîmiz Orta Asya Türkleri’nin Baksı âyinlerinin izlerini taşır. Şaman denen hekim-râhiplerin mûsıkî ile bir çeşit trans hâli temin ederek hasta tedâvi ettikleri, böylece belki insanlık târihinde ilk defa mûsıkî ile tedâvi uygulamasının gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte “kopuz”un sapında perdelenerek Anadolu’ya intikâl eden ve ifâde tarzları bakımından “Klâsik Türk Mûsıkîsi” ve “Türk Halk Mûsıkîsi” şeklinde iki kol hâlinde gelişen mûsıkîmiz, Batı’nın, Avrupa’nın mûsıkîsinden gerek teknik ve gerekse öz bakımından önemli farklar gösterir. Mûsıkî, bir haberleşme vâsıtası, bir informasyon aracıdır. İnformasyon ise, onu teşkil eden cümlelerden ve o cümlelerin tertik edildiği harflerden, işâretlerden meydana gelir. Bu harfler, işâretler ve daha genel bir deyimle alfabe, sesli, yazılı, ışıklı veya başka bir türden olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp çalmamız bir mesajdır. Kapının kapının çalınmasını bekleyen kişi için bu mesaj, psikolojik bir informasyon değeri taşır. Kapının çalınmasını bekliyen kişi için ise bu mesaj, psikolojik bir informasyon değeri taşır. Kapının çalınması hâlinde sevgilisinin içeri girmesini bekliyen âşık ile kendisini yakalıyacak polisleri bekliyen suçlu arasında, aynı mesajın psikolojik değerleri ne kadar farklıdır. Mesajın alfabesi çok değişik işâretlerden kurulu olabilir: Çin yazısındaki şekilleri, bizim kullandığımız Latin alfabesinin harfleri, dilsizlerin parmak işâreti veya mûsıkî notaları gibi. İnformasyon ve onu meydana getiren ‘mesaj’, ‘ölçülebilir bir matematik büyüklük’tür. Meselâ, bir alfabe içinde (a) kadar işâret bulunsa ve biz bunlardan (L) tânesini tekrarlamak sûretiyle mesaj teşkil etsek N=aL kadar birbirinden farklı mesaj teşkil edebiliriz. Elde iki işâretli bir alfabemiz olsa ve biz bunun sâdece bir tânesini mesajımızda kullansak, N=21, yâni sâdece iki mesaj teşkil edebiliriz. Hâlbuki mesajımızda iki işâretin ikisini de kullansak 22, yani dört, 3 işâret kullansak bu sefer de 23 yâni dört mesaj vermemiz mümkün olur. Yukarıdaki açıklamamızdan anlaşılacağı gibi, bir informasyonun mesaj sayısını, informatif değerini arttırabilmek için iki yol, iki imkân vardır: 1- Mesajı teşkil eden alfabenin işâretlerini arttırmak. 2- Bir işâretin mesaj içindeki tekerrürünü çoğaltmak. Şimdi bu sibernetik metodoloji ile Batı mûsıkîsi ve Türk mûsıkîsini, temel yapı bakımından karşılaştırırsak şöyle bir sonuç elde ediyoruz: Batı mûsıkîsi veya daha doğru bir deyimle Avrupa mûsıkîsi, eşit aralıklı, tamperamanlı denen sisteme göre kurulmuştur. Burada bir oktav, oniki eşit aralığa bölünür. Sekiz temel ses, oktavı teşkil ederken, diyez ve bemol tarzında ifâde ettiğimiz yarım sesler de ârızları meydana getirir. Temel sesler arasında 9 komalık aralık bulunduğu için yarım sesler veya ârızalar da 4 ½ komalık aralıklarla yerleşir. Ancak Mi-Fa ve Si-Do aralıklarında sâdece 4 ½ koma bulundu

Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

Türk pop müziği kronolojisi
2 yıl önce

Türk pop müziği kronolojisinde, 1900'lerden 2010'lara en az bir adet Türkçe popüler müzik yapıtı yayınlamış Türk asıllı tüm solist ve toplulukların ilk...

Yalçın Tura
2 yıl önce

İstanbul), Türk bestecisi, müzikolog ve müzik teorisyeni. Hem çok sesli hem de tek sesli müzik alanında yapıtlar vermiştir. Türk müziği alanındaki müzikoloji...

Yalçın Tura, Yalçın Tura
Ziya Taşkent
4 yıl önce

Ziya Taşkent (d. 1932, Adapazarı – ö. 17 Ağustos 1999, Çiftlikköy). Türk sanat müziği bestekârı, solist. Liseden mezun olduktan sonra, üniversitede bir...

Nur Yoldaş
2 yıl önce

tarafından yayınlanan farklı makamlarda bestelenmiş ve çok sesli Batı müziği ile Türk müziğinin sentezini yapan on şarkının yer aldığı "Sultan-ı Yegâh" albümü...

Nur Yoldaş, 1974, 1981, 1982, 1983, 1998, Elde Var Hüzün, Pop müzik, Türk, Türk Müziği, Sultan-ı Yegáh
Kült film
2 yıl önce

Fransızca: Culte, Almanca: Kult) batı dillerine tapınma anlamındaki Latince cultus kelimesinden girmiştir ve Türkçede de batı dillerindeki gibi tutku, ilahlaştırma...

Ney
2 yıl önce

çıkartabilen bir çalgıdır. Dolayısıyla ne ile Klasik Osmanlı Müziği yanında Batı Müziği, Popüler Müzik, Caz Müziği, Halk Müziği gibi pek çok türün ses sistemleri...

Ney, Acem (müzik), Akort, Allah, Badem yağı, Boynuz, Buselik, Dügah, Fındık, Gerdaniye, Hüseyni
Durmuş Akbulut
6 yıl önce

İlk kitabı, Resim Neyi Anlatır 2005'te, ikinci kitabı Açık Beden 2007'de, Üçüncü kitabı Türk Resminin Öncüleri: "Osman Hamdi ve Batı Kuşağı" 2009'da, dördüncü...

Durmuş Akbulut, 1972, 2005, 2007, Biyografi, Dergi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Fransa, Gazete, Karaman, Sanat tarihi
Selda Bağcan
2 yıl önce

Aralık 1948, Muğla), Türk şarkıcı ve besteci. Çıkış yaptığı 1970'lerden itibaren Türkiye'de ve dünya genelinde tanınarak Türk halk müziği ve Anadolu rock tarzlarında...