Bâtınîliğin Türkler Arasına I'tikadî Mezhep Olarak Yayılması

Kısaca: Bâtınîliğin Türkler arasına i'tikadî mezhep olarak yayılması Hicrî üçüncü asırda Afrika’da devam eden propagandalar neticesinde Fâtımîler’in yayılmaları da daha hızlı ilerlemekteydi. Doğudan batıya doğru durmadan akın eden Alevîler Ehl-i Beyt’in maruz kaldıkları haksızlıkları en feci bir tablo şeklinde tasvir ederek Afrika halkını şiddetli bir Alevîlik yandaşlığıyla Abbâsîler aleyhine teşkilâtlandırıyorlardı. İşte böyle bir ortamda ''“Mehdi bin Abd’ûl-Lâh”'' ''Rakkade'' kentinde hilâfet ilân ede ...devamı ☟

Batıniliğin Türkler arasına i'tikadi mezhep olarak yayılması Hicri üçüncü asırda Afrika’da devam eden propagandalar neticesinde Fatımiler’in yayılmaları da daha hızlı ilerlemekteydi. Doğudan batıya doğru durmadan akın eden Aleviler Ehl-i Beyt’in maruz kaldıkları haksızlıkları en feci bir tablo şeklinde tasvir ederek Afrika halkını şiddetli bir Alevilik yandaşlığıyla Abbasiler aleyhine teşkilatlandırıyorlardı. İşte böyle bir ortamda “Mehdi bin Abd’ul-Lah” Rakkade kentinde hilafet ilan ederek “Beni Merdar”, “Beni Rüstem” ve “Beni İdris” hükumetlerini nihayete erdirdi. Bu yoğun çalışmalar neticesinde istila hudutları da genişleyerek “Delta” kıt’asına kadar dayandı. Sonunda Mısır’ın “Muiz’ed-Din Allah” tarafından feth edilmesi üzerine Fatımiler, olanca güçleriyle Abbasi Halifeliği’nin kaşısına çok kuvvetli bir “Alevi Devleti” olarak dikilmeyi başardılar. Hicri dördüncü asrın ortasında H. 358 / M. 969 tarihinde Kahire kenti inşa edilerek, sadece Şiiliğin eğitim ve öğrenimi maksadıyla meşhur “Ezher Medresesi” kuruldu. Sünni Ulema tedrisattan men’edildiği gibi yeni şehir Kahire de Fatımi Payitahtı olarak seçildi. Fatımiler’in Mısır’dan sevk ettikleri Alevi dailer Fatımiler’in Mısır’da hükumet kurmaları üzerine Mısır daileri Suriye üzerinden uç Anadolu’ya, Horasan’a ve Türkistan’a gelmeye başladılar. Horasan’da oturan büyük dai, Maveraünnehre ve oradan daha esaslı bir teşkilat oluşturabilmek amacıyla Nesef ve Buhara’ya geçmişti. “Batıniler”, artık Abbasiler’e karşı en önemli dailerini Kahire saraylarından ithal etmeye başlamışlardı. "EbuʿAli el-Mansur el-Hakim bi-EmrʿAllah" ve "Ebu Tamim Ma’add el-Mustensir bil-Lah" gibi Batıniliğin dai a’zamlık mertebesine ulaşmış olan halifeler, bu harekatın idaresini tüm hassasiyetleriyle ellerinde tutmakta ve en ehliyetli dailerini Türkistan’a tayin etmekteydiler. Deylem’e Eba Hatim, Nişabur’a Ahmed Nesefi ve Ebu Yakub Sizci, Maveraünnehir’e Bendani, Hindistan’a Ahmed bin Keyyal (H. 270, M. 884), Endülüs’e İbn-i Meserret (H. 310, M. 923) gibi çok iktidarlı dailer “Batınilik Teşkilatını” oluşturmak üzere atanmışlardı.

Mısır Fatımileri ve Aleviler’in Orta Asya’da kurdukları Pamir teşkilatı

Abbasi Halifeliği’ne karşı şiddetli bir husumet ve muhalefet beslemekte olan Mısır Fatımi daileri Buhara’ya hakim olan Samaniler’in en yakınları arasına nüfuz ederek Maveraünnehir ve Türkistan valilerinin saraylarına girmeyi başararak Fatımi halifeleri adına halkı Şiʿa-i Batın’iyye mezhebine davet etmeğe başladılar. Maveraünnehre atanan Fatımi dailerinden Muhammed Nesefi’nin çabalarıyla Samaniler’in ikinci hükümdarı olan “Nasr bin Ahmed bin Saman” Şiʿa-i Batın’iyye mezhebine girdi. Hazreti Ali’nin “İlah el-Arab” namı ile anılmakta olduğu bu bölgede Türkistan hükümdarı ile Âli Saffar’ın müessisi olan Yakub bin Leys de “Batıni-Aleviliği” kabul etmişlerdi. Böylece, Orta Asya’da çok kuvvetli bir “Batın’iyye Teşkilatı” vücuda getirilmiş oldu.

Orta Asya Alevileri ile Pamir Batınileri Dai-i Â’zam-ı: Nasır Hüsrev

Din ve felsefe ilimlerinde büyük şöhret sahibi olan “Muin’ed-Din Nasır-ı Hüsrev”, Tuğrul Selçuki’nin kardeşi Çağrı Bey’in Horasan valiliği esnasında önemli memuriyetlerde bulundu. H. 437, M. 1046 yılında Hicaz’a gitti. H. 440, M. 1049’da Fatımi halifesi Ebu Tamim Ma’add el-Mustensir bil-Lah’ın emrine girdi. “İmam-ı Zaman” tarafından Horasan Dai Â’zamlığına tayin oldu. Tehame, Yemen, Lehsa Karmatiler’i ile ilişkiler kurdu. Oralarda bir hayli neşriyatta bulunduktan sonra Basra ve İsfahan’a uğrayarak kardeşi Ebu Said ile birlikte Belh’e geldi. Kendisine “Hüccet-i Mustensir”, “Hüccet-i Horasan” ve “Sahib-i Cezire” ünvanları verildi. Nasır Hüsrev’in fa’aliyetlerinden şüphelenen hükümet onu Horasan’dan çıkardı. Uzun seyahatlerden sonra Belh’e oradanda Mazenderan’a gitti. Vardığı yerlerde hep Bedmezheplik ile suçlandı. Bu sebeple kimliğini gizlemek ve deruhte ettiği görevi tehlikesiz ifa edebilmek amacıyla kimi zaman bir tarikat üyesi gibi Ebu’l Hasan el-Harakani zaviyesinde, kimi zaman da İsfahan ve Geylan alimleriyle hikmet ve felsefeye dair münakaşalara giren bir hakim olarak tanınmaktaydı. Bedehşan köylerinden Yemlekan’da öldü. “Orta Asya Alevileri” üzerinde derin izler bırakmış olan Nasır-ı Hüsrev’in mezarı bütün Rusya, İran, Hindistan, Afganistan ve Çin’den akın eden ziyaretçilerle takdis edilmektedir. Selçuklular devrinde Şiʿa-i Batın’iyye tarikat ve mezheplerinin Türkler arasında yayılması Hulefa-yı Fatımi dailerinin Abbasiler’in hükümran oldukları ülkelerde kuvvetli bir propaganda teşkilatı oluşturdukları sıralarda şiiliğin korunması adına çok dikkatli davranan Selçuklu hükümdarları da Sultan Tuğrul’un i’tikaden Mu'tezile’den olan, Kerramilikmezhebine mensup veziri “Amid’ul-Melik” gibi Şiʿa-i Batın’iyye’nin en önemli dailerinden biri tarafından istenildiği bir şekilde yönetilmekteydi. Selçukluların Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemesiyle birlikte Selçuklu ordularıyla birlikte yürüyen Şiʿa-i Batın’iyye dailerinin nüfuz alanı da Anadolu’nun içlerine doğru yayılmaktaydı.

Selçuklular devrinde şiddetlenen mezhep mücadeleleri

Amid’ul-Melik’ün teşvikiyle bütün bid’atçiler ile Eş’ari aleyhinde Kerramiler ve Hanefi olan Mu'tezile’nin de desteğini alarak şiddetli bir takibat başlatıldı. H. 455 / M. 1063 yılında Sultan Tuğrul’un ölümü üzerine Alp Arslan sultan oldu. Şiʿa-i Batın’iyye daisi vezir Amid’ul-Mülk H. 465 / M. 1073 yılında hapsedilerek yerine “Hoca Nizam’ud-Din Tusi” “Nizam-ul’Mülk” adıyla vezir oldu. Amid’ul-Mülk ise bir yıl sonra i’dam edildi. “Nizam-ul’Melik” çokça paralar sarf ederek Bağdat’ta Dicle’nin kenarına Şiʿa-i Batın’iyye hareketlerine karşı müdafaada bulunacak muktedir kelam ve felsefeci alimler yetiştirmek amacıyla “Nizamiye” isminde muazzam bir Dar-ul’Fünun yaptırdı. Vaktiyle arkadaşı olan ve Fatımiler halifesi “Mustensir bil-Lah” tarafından Elamut Dai-i Â’zamlığına atanmış olan “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi Hasan Sabbah” tarafından hançerletildi.

Salahaddin Eyyubi’nin Mısır’ı fethi ve Batınilerin etrafa yayılması

H. 553 / M. 1158 yılında İran Selçuklularının sonu olarak kabul edilen Sultan Sencer’in evlat bırakmadan ölmesi üzerine Selçuklu valileri Horasan, Irak-ı Acem, Kerman, Halep, Şam, Konya Selçuk şubeleri oluşturdukları gibi Beni Artıklar, Elgarziler, Musul ve Halep Atabeylikleri isimleri altında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Fatımiler’in son halifesi olan El-Âzıd bil-Lah’ın H. 566 / M. 1171 tarihinde vefatı üzerine Şafii olan Salah’ed-Din-i Eyyubi Mısır’a yerleşti. Bunun üzerine iki yüz yetmiş sekiz sene süren Mısır Şiʿa’sının tarihe karışması neticesi “Mısır Şiʿa-i Batın’iyyesi” mensupları da çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldılar. Böylece, Sultan Salah’ed-Din-i Eyyubi’nin baskısından bunalan Batın’iyye daileri bu yeni bağımsızlığına kavuşan bölgelere göç ettiler. O sırada Bağdat’ta hilafet makamında oturan Ebu’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lah’ın Elemut Şeyh-ül’Cebelleri tarafından suikaste kurban gittiği haberi geldi. Bunun üzerine Batıniler aleyhinde şiddetli fetvalar yayınlanmaya başlandı. İlk fetvayı da Rüstemdarı alimlerinden ve meşhur fukahadan olan imam Fahr-ul’İslam Ruyani verdi. Bundan son derece müessir olan Batıniler, sonunda Fahr-ul’İslam’ı da hançerletmeyi başardılar. Neticede, Bağdat’taki hilafet makamı Batıniler’e karşı tavizkar davranmak zorunda kaldı. Ebu’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lah’ın torunu olan “En-Nasır’ud-Din’Allah” halife olunca Şiʿa-i Batın’iyye’ye karşı daha teveccühkar bir tutum izledi. Hatta bazen teşvik dahi etti. Batınilerin Moğol ve Türk aşiretleri arasındaki fa’aliyetleri Türkler Maveraünnehir ve İran’a yerleşmeden önce ve sonra, Budist, Mazdek, Mani din Zerdüşt ve Hristiyanlığın neşirleri tarafından yapılmakta olan etkin telkinler altında kaldılar.

Budizm, Şamanizm, Hristiyanlık, Mazdek ve Mani dinlerindeki akidelerin İslama hululleri

Batıniler tarafından Budizm’in düşünce yapısı tasavvuf yolundan ayrılan ayrı bir batıni mezhep halinde sunulurken, Mani ve Mazdek gibi dinlerin temsil ettiği i’tikadi manzumeler İbah’iyyun tarafından özümsenmekteydi. Hristiyanlığın telkin ettiği tanrının insana benzeyişi ve İsa’ya hululü kuramı gibi hoşa giden ve zihinlere en uygun gelen kısımları ise Batıniliğin “Alallah” kulları tarafından temsil edilmesi şeklinde arz edilmekteydi. Ayrıca, Türk dininin i’tikadi kuramları içerisinde yer alan Gök Tanrı ile Ali bin Ebu Talib’in semavi mekanları birbirleriyle tam bir uyumluluk göstermekteydi.

Batınilerin taraftar toplama amacıyla te’vil yollarına başvurması

Batın’iyye tarafından yayılmakta olan inançlar en fazla Türkmen boyları arasında rağbet görmekteydi. Sünni din adamları ve fakihlerinin dini hükümlerde çok ağır ve cezalı bazı sonuçlar ile tabilerini sorumlu tutmaları, medresenin haşin ve asık suratlı bir çehre ile sürekli olarak Cehennem azabından bahsetmesi, Batınilerin fa’aliyetlerini son derece kolaylaştırıcı ve taraftar toplamalarına yardımcı olacak ortamı hazırlamaktaydı. Dinin zahir’iyle onun te’vil ve tefsirini izah eden hükümlerinde derin ayrılıklar oluşmuştu. Onun için İslamiyet’in bağrında yer almak isteyen çeşitli din ve akideler, hep bu te’vil yolunu kullanarak İslamiyet’in içerisine girdiler. Kur'an-ı Kerim’deki bazı surelerin başında bulunan tek harflerin ve bir takım te’vilatı davet eden ayetlerin bulunması bu konuyla ilgili çok geniş bir alanın oluşmasına sebebiyet verdi.

Türkleri elde etme ve Batıniliği Türkler arasında yayma siyaseti

Orta Asya’da yaşayan ve Türkler’in dini olan Şamanizm, Pamir’e kadar gelen Alevi-Batıni dailerinin savunduğu ilkeler ile kolayca kaynaşabilecek akideler ihtiva etmekteydi. “Batıniler” eski Türk dininde mevcut olan bir takım inançlar ile “Şiʿa-i Batın’iyye” arasındaki benzerlikleri kullanarak büyük istifade köprüleri oluşturdular. Bu hususta en çok yararlandıkları fikir ise Ali bin Ebu Talib’in şahsiyetinin ilahlaştırılması ve kendisine Türk ilahlarının en büyüğü olan ve göğün en üst katında oturan Gök Tanrı’ya eşdeğer bir makam atfedilmesi olmuştu. Büveyhiler gibi Abbasiler’e düşman olan Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah’ın hilafetin Hazreti Ali evladına devredilmesi için girişimlerde bulunması da Türkler üzerinde Şiʿa-i Batın’iyye lehine çok kuvvetli etkiler oluşturmuştu. “Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah” zamanın Abbasi Halifesi En-Nasır’ul-Lah’ın yerine Sadattan Seyyid Abd’ul-Melik Tırmizi’yi geçirmek üzereyken Moğolların taarruza geçtikleri haberinin etrafa yayılması üzerine kendi ülkesini savunmak için memleketine geri dönmek zorunda kalmıştı. Şeyh Şihab’ed-Din Ömer Sühreverdi’nin Havarezmşah’ın huzurunda Abbasi Halifeliği’nin sürekliliğinin sağlanmasının gerekliliğine lehinde uzun bir nutuk attığında Kutb’ud-Din’in şiddetli muhalefetine maruz kalmıştı.

İslami ibadetlerin göçebe Türkler tarafından ifasında karşılaşılan zorluklar

Bu devirde Bedevi hayatın gerektirdiği yaşam tarzlarıyla Sünni Fukaha’nın dini öğretileri arasında sağlanamıyordu. Sünni alimlerin İslam akidelerini Ghulat Şiʿa’nın etkilerinden korumak için sarfettikleri gayretler karşısında, “Rafizi Neşirleri ve Batın’ul-Mezhep Babalar” henüz kentleşme sürecini tamamlayamamış olan Türk kabileleri arasında Şiʿa-i Batıniyye telkinatının yayılmasında bir hayli üstünlük sağlamışlardı. İslam’ın şer’i hükümleri arasında yer almakta olan namaz, oruç ve bunlara benzer ibadet şekillerinin henüz İslamiyet’e yeni girmiş olan göçebe Türk kabileleri tarafından ifası ve Müslümanların i’tikadla yükümlü kılındıkları diğer bazı mes’elelerin Türkmen toplulukları tarafından idraki hemen hemen imkansız gözüküyordu. Onlar, eski dinleri olan Şamaniliğin akideleriyle Kam – Ozanların etkisi altında yaşamlarını sürdürmekteydiler.

Türkler’in eski dini inancı

Âla’ed-Din Cüveyni’nin ifadesine göre eski Türkler kendi dini reislerine “Tuyuk” , dinlerine ise Arapçada kullanılan “Namus” ve “En-Nevamis-i İlahiye” kelimesinin ilk kökü olan “Nom” ismini vermişlerdi. Yunancaya “Numus – Havus” şeklinde geçen bu kelime “ezeli irade ve mukaddesat” manasında, Sanskrit dilinde ise “Tanrı” kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyordu. Türkler kendi ruhanilerine “Tüyun/Tuyon,” kahin ve sihirbazlarına ise “Kam” adını veriyorlardı. Ayrıca Türkler, dini kitaplarına da “Nom”, Tüyunlara da “Nomiler” derlerdi. İslamiyet’ten sonra ise Oğuzlar Kamlarına “Ozan” adını verdiler. “Şaman” kelimesi ise bunun Avrupalılar tarafından bozulmuş haliydi.

Şamanlar

, toplumda “doktorluk,” “sihirbazlık” ve “kahinlik” olmak üzere üç ayrı mesleği birlikte icra etmekteydiler. Büyük Türk düşünürü Ziya Gök Alp’e göre Avrupalılar tarafından yanlış olarak “Şamanizm” olarak adlandırılan Türkler’in eski dinlerinin asıl doğru isminin “Tuyonizm” olması gerekir. Yine Ziya Gök Alp’in savunduğu fikirlere göre, Türkler’in dini bidayette her ne kadar “Naturizm” olarak algılanmaktaysa da gerçekte bu bazı rumuzlardan ibaret olan ve birtakım timsallere tapınılan “Sembolizm” anlamına gelir. Farklı şartlar altında yaşayan toplumlar arasına yayılmış olan bu i’tikad sisteminde din ile sihri birbirinden ayıracak olursak, bir tarafta bir nev’i Animizm’den ibaret bir Şamanilik, öte tarafta da mabudlar ve kainat sistemine malik olan bir “Tuyonizm” görülür.

Sünaiyet i’tikadı

Gökyüzünün en yüksek katında mukadderat-ı alemi yöneten ve güneşi temsil eden en yüce tanrı “Kara Han” ile yeraltında ki “Cehennem Mabudları” yönetcisi olan “Yağzız Han” – Oğuzlar’da ise “Krayir” – adındaki iki büyük tanrıya inanılıyordu. Yeryüzü düzenini sağlayan ve bütün Türk aşiretlerinin idaresine bakan “Yer – Su İlahları” adı verilen daha birtakım mabudlara da inanılmaktaydı.

Türk kozmogonisi

“Altay Türkleri” semanın on yedi tabakadan oluştuğuna ve en üst katın bütün mabutların babası sayılan “Tanrı Han” tarafından mesken tutulduğuna i’tikad ederlerdi. Bu mabuttan tecelli etmek suretiyle üç mabut daha ortaya çıkmıştı. Bu mabutların birincisi göğün altıncı tabakasında altın bir taht üzerinde oturan “Bay Ülken” idi. İkincisi dokuzuncu katta ikamet eden “Kızagan” ve üçüncüsü de yedinci katı kendine yurt edinmiş olan “Elvanire” adındaki “Mergen Tanrı” idi. Ayrıca bu tabakada yeri ve göğü aydınlatan “Gün Ana” adındaki “Ay Tanrıçası” da ikamet etmekteydi. Beşinci tabakada ise “yaradanlar yaradanı” olarak adlandırılan “Koday Yayuci” sakindi.

Türk kozmogonisi

ne göre, “Kara Han” kendisine atfedilen bazı yaradılış güçlerini kullanarak gökyüzünü var ettikten sonra, göğün on yedinci katını da bizzat mesken edinmişti. İşte bu Türk dininin i’tikadındaki “Gök Tanrı” olan “Kara Han” ile Ali bin Eba Talib’in ilahi mekan-ı semavisi daha sonraları birbirleriyle özdeşleştirilmişti.

Güneşe tapınma ve Turani akideler

Yakutlar’da ise “Art Tuyon Ağa” adı verilen, yıldırım sesiyle konuşan, güneşi temsil eden, hayatın kaynağı ve varlığın tek mutlak sahibi olan bir mabudun mevcudiyetine innılmaktaydı. Türk ve Moğolların da güneşe taptıkları ve çadır kapılarının hep güneşe doğru açıldıkları Çinli yazarlar tarafından tesbit edilmişti. Zamanla “Şamanizm” Avrupa ve Asya’daki dini inaçlardan bir ruh-u ulvi tasavvuru gibi gelişmiş devirlerde ortaya çıkan birçok akideleri de ihtiva etmeğe başladı. Bu ulvi ruhun sesi gök gürültüleri, ayaklarından çıkan alevler ise şimşekler olarak algılanmaktaydı.

Türk Mistisizmi

Kökleri Orta Asya Şamanığına kadar dayanmaktadır. Şamanilik Grönland’dan Doğu Sibirya’ya kadar yayılan geniş bir alan üzerinde yaşayan birçok Türk-Moğol kavimleri, hatta Laponlar ve Eskimolar arasında yaygın olan ortak bir “sihri din” sistemidir. İslamiyet ve Hristiyanlığın tam olarak nüfuz etmeyi başaramadığı yörelerde hala hakim olan bu din, onların sonradan girdiği bölgelerde bile ikinci planda yaşamaktadır. Miladi Sekizinci yüzyıldan beri Türkler arasında yayılmağa başlayan Budizm, Manichéisme, İslam ve Hristiyanlık etkilerine rağmen Şamanizm, bütün bir dini Panthéon’a sahip olan dinler gibi yabancı i’tikatları bünyesine toplayan geniş bir kayıtsızlık hali göstermesi nedeniyle, kuvvetinden pek bir şey kaybetmemiştir. Bu nedenle de Şamanizm’e “Türk paganizmi” adını vermek hiç te mübağalalı olmaz. Onda en belirgin surette görünen nitelik gök tabakaları, ahiret ve mabudlar alemi ile zenginleştirilen bir “Çok – Tanrıcılık” yanında, yine aynı zenginliğe haiz olan bir Natürizm’in süregelmesidir. Gerek sihir gerekse din şeklinde Türk mistisizminin izlerinine aşağıda yeniden gözden geçirilen Türk i’tikadlarında da rastlamak mümkündür: * Yakutlar insanın ölümünden sonraki kaderi hakkında pek müphem bir fikre sahiptir. Böyle bir soru onları kesinlikle alakadar etmez. Cennet ve cehennem hakkında her hangi bir fikre sahip değildir. Öte alem ile alakalı görüşleri Yunan veya Arap mitolojisindeki gibi “réel – şe’ni” ve mahsus unsurlardan müteşekkildir. Aralarından çoğu ahiret hayatını bile düşünmezler. * Bütün Animistler gibi ruhların tekrar yaşadıkları eski topraklar etrafında dolaştığına ve insanları rahatsız edeceğine inanırlar. Ruh hakkındaki tasavvurları tamamıyla maddi ve mahsus eşya tasavvuruna bağlıdır. Ruh, insandan ayrı olup ağırlığa ve mekana sahip olan bir mevcudattır. Bu ferdi ruhların üstünde yukarı ve aşağı göklerde büyük cetlerin mabutlaşmış olan ruhları vardır. Onlarda her şeyden önce maddi bir varlığa sahiptir. Yerler, içerler, kızarlar ve tüm beşeri ihriraslara sahiptirler. Onlarla insanlar arasında bazen dostça bazen de düşmanca ilişkiler mevcuttur.

Şamanlar

Şamanlar

hayatlarını mağara ve gizli hücrelerde münzevi bir şekilde geçiren, Sihri – Tıbbi niteliklere sahip olan ve toplumda Büyücülük – Doktorluk görevlerini üstlenen din adamlarıdır. Bu zühd yaşantısı içerisinde devam eden vecd ve istiğrak temrinleriyle kendindeki “extatique – aşk ile kendinden geçerek mest olma” hassaları kuvvetlendirirler. Görünmez alemle teması sağlayabilecek vaziyeti kabullenen

Şamanlar

, titreme, bayılma, kendinden geçme şekillerinde kendini dışa vuran bu “hypérmotivité” yetenekleri sayesinde “sihri” ve “sırri” güçlerini kazanmaktadırlar. Şaman bu niteliklerini çok yorucu ve uzun süren bir dini minsek sayesinde vecd ayinleri aracılığıyla edinmişlerdir. Bu ayinler esnasında bir nev’i istiğrak haline giren, ihtilaç halinde köpürerek suratı kararan ve bitap düşünceye kadar dönen, nihayetinde de kendinden geçen Şamanın eşya ve mahsus alemle olan tüm teması kaybolmaktadır. Samoyetler ve Ostyaklar’da ırsi hususi bir yeteneğe bağlı olan bu görev Tunguzlar, Yakutlar ve Altaylar’da yarı ırsi, yarı kazanılmış bir niteliktir. Tıpkı eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi aşağı ve yukarı alemler arasında elçilik görevi üstlenen “illuminé adamlar” yani “kahinler” için kullanılan Şaman tabiri çeşitli yörelerde değişik adlar almaktadır. Görevleri hemem hemen birbirinin ayni olan bu Şaman, Sibir Türkleri’nde Soyok, Eskimolar’da Angakok, Laponlar’da Noïde, Samoyetler’de Tadibca, diğer bazı Türk kavimleri arasındaysa Kam ismi verilir. “Oğuzlar” ise İslamiyet’in kabulünden sonra kendi Kam’larına Ozan adını vermişlerdir. Tabii alemle olan temasları sayesinde diğer insanlardan farklılaşan, yüksek bir ruh haline sahip olmaları nedeniyle de son derece kuvvetli ve diğer insanlar arasında hakimiyet elde etmiş olan Şaman, umumi ve adak kurban törenlerinde hazır bulunmakla yükümlüdürler.

Şamani ayinler

Bazen ırsi ve bazan da kisbi olarak sürdürülen “Şamanlık” müessesesinin yürüttüğü ayinler ise açıklanması gayet karmaşık olan bazı kaideler içermekteydi. Şamaniler, sihirbaz ve kahin oldukları gibi aynı zamanda hastalıkları tedavi eden doktorlardı. Bunlardan başka Türkler arasında “Otacı” ve “Atasagon” adı verilen, maddi tedavi yöntemleriyle hastalıkları iyleştiren bir sınıf ta mevcuttu. Şaman şiir ve musiki eşliğinde raksetmekte, kendi özel merasim elbisesini giymekte ve birtakım çıngırdaklar takınmaktaydı. Kadınların katılmadığı bu ayinler genellikle “Hoş Ağacı” ile dolu olan bir ormanlıkta kurulan yurtlarda yapılmaktaydı. “Üveysi” adı verilen tarikat şeyhlerine çok benzeyen ve aslen sinir hastalıklarına yakalanmış “nevrozlu adamlar” vehbi Şamanlık için en yetenekli şahıslardı. Günümüzde halen “Uçak” olarak adlandırılan bazı ailelerin bütün aile üyelerinin tedavi etme yeteneklerine ait i’tikatlar ile vehbi Şamanilik arasında tam bir benzerlik vardır. Âyinlerde istiğrak halinde yapılan duaları ise Kamlardan başka kimsenin anlaması mümkün değildir. Şaman için birer “Miraç” manasına gelen vecd ayinleri esnasında tam bir “ulvi sarhoşluk” içine düşen Şamanın, bazen bu ayinler esnasında oluşan aşırı taşkınlıklar sonucu öldükleri bile olmuştur.

Şamanlar

ın vecd ve istiğrak halinde yukarı alemlerle kurdukları iletişim eski Yunan’daki “Eleusis” misterlerini anımsatmaktadır. Akdeniz mistisizminin temeli olarak gösterilen bu eski Yunan misterleri gibi

Şamanlar

ın “Miraç Âyinleri” de “Orta Asya” Mistisizminin gelişimindeki temel yapı taşını oluşturmuştur. Âyin esnasında taşkınlığı arttıran en önemli araç davuldur. Davulların üzerine Şamanı gökyüzüne çıkaran hayvanların ve sandalların resimleri ile mabudların timsalleri yapılmıştır. Şamanın “Barak” adını verdiği hayvan ile İslamiyet’teki Miraç hayvanı olan “Burak” arasındaki benzerlik kayda değerdir. İslamiyet’in kabulünden sonra da Türkler “Miraç” hadisesi ile alakalı yaptıkları minyatürlerde benzer resimleri çizmeğe devam ettiler.

Doğu kaynaklarına göre Şamanizm

İslam kaynaklarında Şamanizm Dini Şemen’iyye (Semenniye) şeklinde geçmektedir. İbn-i Nedim Fihrist’inde Maveraünnehir ahalisinin çoğunluğunun Semeniyye dininde olduğunu kaydediyor. Daha ayrıntılı malumat ise El-Biruni’nin Kitab-ı Malil’Hind adlı eserinde verilmektedir. el-Biruni’ye göre bu kitabında “Budasef” olarak zikrettiği Budizm Hindistan’dan çıkma olup, ondan önceki din ise “Şemanilik” idi. Horasanlılar’da kendi dinlerine “Şemenan” adını vermekteydiler. Budizm’in kabulünden önce ise Cengiz Sarayı’nın resmi dini de Şamanilik idi. Orada Kamlar büyük bir nüfuz sahibiydiler. Kazviniye göre “Cem” ayininin kaynağı ilkel “Şamanlık ve Kam” merasimidir. Şamanlıkta görülen ilkel mistisizm ile Anadolu tarikat ve mezheplerindeki ilkel mistisizm arasında bazı benzerlikler mevcuttur. Örneğin, Kızılbaşlar’daki “Sahip ve Musahip Âyini” ilkel topluluklardaki “Dühul” merasiminin devamıdır. İmam Ca’fer Menakıbi’ne göre: “Eğer talip günahını saklarsa, Tarikat-ı Âliyye’de kezzaptır. Yol haini ve iman uğrusu olur. Aman kardeş gühahını saklamayıp derdini söyle. Karanlık kabre koma, burada söyle.” Aleviler’in kendilerinde bulunduğunu kabul ettikleri üç çeşit ruh, Yakutlar’ın “İşşi,” “Çor” ve “Kut” adını verdikleri ruhları çağrıştırmaktadır. Aleviler’e göre yatırların bulunduğu dağ, tepe ve ormanlar kutsaldır. Eski Başkırtlar’da ruzgar, ağaç, dağ, nehir gibi şeyler birer tanrı addedilirdi. Başkırtlar’ın bir kısmı balıklara, turna kuşlarına, bir kısmı da odun parçalarına taparlardı. Günümüzde Sibirya Şamanizmi’nde ayı kutsal bir hayvan olarak kabul edilmektedir. Aynı şekilde, Anadolu Aleviliği’nde de ağaç ve ayı mukaddes addedilmektedir. Anadolu Aleviliği eski Anadolu akvamı, İslam ve İran kaynaklı çeşitli tesirler altında kalmıştır. Pir Divanı”, “Cem Âyini” ve “Erenler Meydanı” bu mistik tesirlerin sonucu olup, doğrudan doğruya “Şamanizm” ile mukayese edilmesi mümkün değildir. Bütün bu karşılaştırmalar, eski Türk dininde mevcut olan ilkel mistisizmin İslam sonrasında da gizli tarikat ve mezhepler halinde yaşamakta olduğunu göstermektedir. Bedr’ed-Din Mahmud Ayni, “Kamlar” ile “Aybek Baba,” “Burak Baba” ve “Geyikli Baba” gibi bazı Alevi babaları hakkında karşılaştırmalar yapılmasına yardımcı olacak ayrıntılı malumat vermektedir.

Moğol istilasında Batınilerin rôlleri

Moğol istilası esnasında Şiʿa-i Batın’iyye’nin tahrikatı sebebiyle Moğol mezaliminin sahası epey genişlemişti. Save ve Nişapur şehirlerinin tahrip edilmesinden sonra Mazenderan ülkesini istila eden Moğollar Batınilerin kışkırtması neticesinde önce bütün Sünnileri öldürdüler, daha sonra da bu harekatın ne kadar ahlaki olduğunu bilumum Şiileri katletmek suretiyle kanıtladılar. Bu devirde Şiʿa-i Batın’iyye’nin Dai Â’zamlık makamında “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye Reisi Nur’ed-Din Muhammed Sani” oturmaktaydı. Elemut’un propagandaları neticesinde Bağdat’taki çok önemli Şii teşkilatı, bütün Batıni alemini yönetmekte olan “Hükümet-i Melahide-i Batın’iyye” merkezine bağlandı.

Batınilerin sünni tarikat ve mutasavvıflar ile olan etkileşimi

On ikinci yüzyılın sonlarında Yusuf Hemedani halifeleri İslam dünyasının çeşitli sahalarında birer mübeşşir sıfatıyla fa’aliyete geçmeğe başladılar. Yusuf Hemedani’nin öğretilerinin tesiriyle, Ehl-i Beyt’e muhabbet ve Hanedan-ı Aleviye’ye taraftarlık hususunda diğer “Şiʿa-i Batın’iyye” şubelerinden hiçbir farklı yanı bulunmayan, fakat bütün i’tikad ve inanç yollarında İslamiyet’in resmi akidelerinin asla ihlal etmemeğe özen gösteren, iki büyük tarikat ortaya çıkmıştı. Yusuf Hemedani’nin halifelerin en tanınmışı olan Hoca Ahmed Yesevi Türkistan’nın birçok şehirlerinde zaviyeler açmak suretiyle kendi adıyla anılan tarikatı kurdu. On üçüncü yüzyıl başlarında Yesevilik Siriderya, Suğud ve Maveraünnehir hudutlarına yerleşmişti. Tarikat kurucusu Hoca Ahmed Yesevi’nin şiirlerinden oluşan “Divan-ı Hikmet” bir kutsal kitap gibi saygı ile elden ele dolaşmaktaydı. Yeseviler Eski Türk Şamanilerini taklit ettikleri gibi, aslen İran kökenli tarikat ve inançlar da Acem ayinlerini ihya etmekteydiler. Bu tasavvufi akımlar, gerek İslamın dini ruhundan doğan tarikat, ve gerekse kökleri Hindistan’a dayanan Panteizmin bir uzantısı olarak İran’ın siyasi ideallerinden ortaya çıkan birer uyuşturucu öğretiler olarak algılansın, temelde hepsi tasavvufu doğuran yabancı unsurlara bağlı Arap olmayan İslami inanç sistemleriydi. İ’tikad, ve İslam’ın resmi akideler nizamnamesinin dışına çıkmamaya özen gösterme hususunda Şiʿa-i Batın’iyye’den ayrılan ikinci önemli tarikat ise on üçüncü yüzyıl ortalarında Yesevilik’ten ayrılarak Maveraünnehir ve Suğud ülkelerine nüfuz etmeğe uğraşan “Nakşbendiyye” idi. Bu tarikat mensupları “Şiʿa-i Batın’iyye” dailerinin peşinden adım adım batıya doğru ilerlemekteydi. Medresenin husumetinden kendilerini koruyabilmiş olan bu iki tarikatın hudutları İç Anadolu’yu içerisine alacak kadar genişlemişti. Yesevi ve Nakşi dervişleri Maveraünnehir’den Anadolu Selçukluları’nın hakim oldukları ülkelere kadar yayılmışlardı. Aslında, Semerkant’ın Moğol kuvvetlerinin istilasına uğramasına rastgelen zaman dilimleri içerisinde meşhur Necmüddin Kübra halifeleri batıya göç etmişlerdi. Kutb’ud-Din Muhammed Harzem Şah’ın memleketinden hicret etmek zorunda kalan Sultan’ul-Ulema Beha’êd-Din-i Veled’in Bağdad üzerinden Malatya’ya gelmesi bu göç hareketlerinin sürekliliğine delalet etmekteydi. Anadolu ise Konya Selçuk Sultanı Âla’ed-Din-i Key-Kubad’ın Moğol hakanından “Ahtacı” unvanını almasıyla Moğol istilalarından kurtulmayı başarmıştı.

Şiiliği benimseyen Türk daileri

Cengiz ve Hulagu ordularının takibatından kaçan Şii fırkalar, Mısır, Şam, Irak, İran, Azerbaycan, Faris ve Horasan kıt’alarına yayıldılar. İran’daki İsmai‘li kaleleri işgal edilmesi sürecinde Hulagu ile birlikte meşhur müverrih Ala’ed-Din Cüveyni de yanında bulundu. Bu alim Elemut kütüphanesinini tetkik etmek için Hulagu’dan müsade almıştı. Bu olayların vuku bulması esnasında Şiiliğe giren pek çok Türkmen daileri Oğuz aşiretleriyle birlikte batıya doğru ilerlemekteydiler. Bu Türkmenler Selçuklular’a karşı hudut muhafaza bekçiliği yapmaları maksadıyla İlhanlılar tarafından vazifelendirilmişlerdi. “Mengü Kaan” tarafından Anadolu genel valiliğine atanan “Samuk Noyin” atandığı bu yeni görevine başlamak üzere gelirken yanında Şihab’ed-Din Ömer Sühreverdi halifelerinden Şeyh Taky’ed-Din Esen bin Satuk Şirvani’yi de beraberinde getirmişti.

Batınilik ve tasavvuf

Tasavvufun Şiilik ile alakalı olduğu ve bazı mutasavvıfların müteşeyyi’ oldukları bilinmekle beraber, bu olguyu bütüne yayarak tasavvuf Şiilikten doğmuştur ve her ikisinin kökeni de İran’dadır demek mümkün değildir. Tasavvufun kökeni epey eski zamanlara dayanmaktadır. Yeni Eflatunculuk, Yunan felsefesi, Kabalizm ve İran etkilerinin henüz oluşmamış olduğu eski devirlerde de tasavvuf hareketlerine rastlamaktayız. Bu ilk mistiklere ait eserlerden günümüze kadar elimizde kalanları bulunmamakla beraber, sadece rivayet ve menkıbeleri hayatta kalmıştır. Tasavvufa Helenistik etkiler Hakim Tirmizi’den sonra Farabi’nin getirdiği yenilikler sayesinde girmeye başlamıştır. Şii/Müteşeyyi’ Sufi Sünni mutasavvıfları birbirleriyle karıştırmamağa özen göstermek gerekir. Bu nedenledir ki, İslam ortadoksluğundan farklılık gösteren her fikir hareketinin Şii veyahutta Şiilik ve Batınilik ile ilgili olduğunu ileri sürmek hatalı olur. İslami felsefe akımlarından bazılarının hiç te Batıni olmamalarına rağmen kendilerini dışarıya karşı böyle göstermektedirler.

“Hanedan-ı Âleviyye” sevgisi ve Ali bin Eba Talib’e bağlanan Sünni tarikat silsileleri

Ali bin Eba Talib ve Ehl-i Beyt’e karşı olan muhabbet duyguları sebebiyle Mevlevilik ve Kadirilik gibi aslen Sünni kimlik gösteren batıni-tarikat te kendi silsilelerini Cüneyd Bağdadi, Seri-i Sekati, Ma'ruf-u Kerhi’den sonra sırasıyla ya “Davud-u Tai”, “Habib-i Acemi”, “Hasan-ı Basri” ya da Şiiliğin resmen İmam olarak tanıdığı On İki İmam’dan sekizi olarak bilinen “İmam Ali er-Rıza”, “İmam Musa el-Kazım”, “İmam Caʿfer-i Sadık”, “Muhammed el-Bakır”, “Ali Zeyn el-Âb-ı Din”, “Hüseyin bin Ali”, ve “Hasan el-Mucteba” aracılığıyla Ali bin Eba Talib ile Muhammed Mustafa’ya bağlanmaktaydılar. Ayrıca, yine Sünni-Batıni Tarikatı olan Halvetiyye ve Bayramiyye de kendi silsilelerini “Cüneyd Bağdadi”, “Seri-i Sekati”, “Ma'ruf-u Kerhi”, “Davud-u Tai”, “Habib-i Acemi”, “Hasan-ı Basri” aracılığıyla, Rufailik ise “İmam Musa el-Kazım”, “İmam Caʿfer-i Sadık”, “Muhammed el-Bakır”, “Ali Zeyn el-Âb-ı Din”, “Hüseyin Seyyid eş-Şüheda” aracılığıyla Hazreti Ali ile Hazreti Muhammed’e bağlanmaktaydılar. Bunlardan başka Sühreverdiyye ile Üveys’iyye silsileleriyse Ali el-Murteza ve Ömer ibn Hattab aracılığıyla Muhammed Mustafa’ya bağlanmaktaydılar.

Şiʿa-i Batın’iyye’nin çıkardığı yeni tarikat ve mezhepler

Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicri asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dini karışıklıklardan dolayı ortaya birçok tarikat ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melametiliği’nin kurulduğu yer olan, ve üçüncü hicri asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişabur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulul inancı ihtiva eden ve dinin zahiri ahkamına muhalefet eden İbahiyye” mensubu “Şiʿa-i Batın’iyye toplulukları çoğunlukla Melamiyye’nin içerisine dahil oldular. Şeyh Cemal’ed-Din Sadi’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve İbaha” i’tikadı gereği birçok tavır, tutum ve ibadetin zahiri hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla daima şiddetli kınanma ve eleştirilere maruz kalan Kalenderiler ile eski yazarlar tarafından “Taife-i Abdalan ve Cevalika” olarak isimlendirilen çeşitli tarikat mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca abdal, aşık, torlak, şeyyad, Haydari, Edhemi, Cami, Şemsi gibi aynı manaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.

Kalenderiler’in Anadolu’da Batınilik hareketlerine yaptıkları katkılar

Kalenderiler en koyu Aleviler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Batıni merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Batıni merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Batınileri takviye ettiler. “Kalenderi – Haydari” ünvanı taşıyan ve dış görünüşleri itibarıyla tasavvuf kisvesi altında Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Batınilik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular.

Haydariler’in Şiʿa-i Batın’iyye mezhebini takviyesi

Haydariler, Kutb’ed-Din Haydar’a mensup oldukları gibi “Haydarname” adıyla şeyhinin namına bir de eseri bulunan meşhur Pendname yazarı Feridüddin-i Attar da onun başlıca halifelerindendi. Altıncı hicri asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk’ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kutb’ud-Din Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlana Celal’ed-Din’in şöhretinin afakı tuttuğu bir devirde bile Kutb’ud-Din Haydar’ın halifeleri bağımsız zaviyelere sahiptiler. Mevlana Celal’ed-Din’in yanında “Hacı Mubarek Haydari” adında bir Haydari halifesinin de pek büyük bir haysiyet ve itibar sahibi olduğunu Eflaki kaydetmektedir.

Göçebe Türk kabilelerinin dini inanç ve akidelerinin kaynakları

Maveraünnehir ve Suğud ülkelerine dolaşan göçebe Türkler, Arap hariciliğinden tutun da Manichéisme ve Mazdek gibi eski İran kökenli dinlerin etki alanlarına girmiş oldular. Kufe’den nakledilen elli bin hane Irak Nebtileri ve Suriye Nusayrileri gibi çeşitli toplulukların inançlarının kalıntılarıyla, eski Nesturi ve Yakubi Hristiyanları ile Şamanilerin akideleri de hep bu Turaniler’in manevi dünyalarının havasını etkilemekteydi. Bu nedenledir ki, göçebe Oğuz Türklerinin i’tikadları arasında birbirleriyle tezat teşkil eden pek çok inanışlar mevcuttu. Bu çeşitli i’tikadlar Samaniler ve Gazneliler’in hakim oldukları çevrelerde İran Selçuklu Devleti’nin kuruluşu esnasında Türk kabileleri arasında tüm canlılığıyla yaşamağa devam etmekteydi. Bu inançların kaynakları hakkındaki bilgilere ise ancak Sultan Gazneli Mahmud’un Hindistan seferi esnasında Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed el-Biruni gibi senelerce Budist tapınaklarında yaşamış ve araştırmalar yapmış olan alimlerin eserleri sayesinde erişilebilmişti.

Bibliografya

* Arnol’d, İntişarı İslam Tarihi, Profesör Halil Halid tercümesi. * Asım, Necip, Türk Tarihi. * Ayni, Bedr’ed-Din Mahmud, İkd’ul-Cumman. * Ayni, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, * Balcıoğlu, Tahir Harimi, Türk Tarihinde Mezhep Cereyanları. * Barthold, W., İslam Medeniyeti Tarihi, Professör Dr. Fuad Köprülü’nün Geniş, izah, düzeltme ve ilavelerle tercümesi. * Brown, İran Edebiyat Tarihi. * Cahiz, Kitab’ul-Beyan ve’t-Tebyin. * – , Kitab Fezail’ül-Etrak. * Cami, Mevlana, Nefeat’ul-Üns. * Christensen, Arthur, La regne du roi Kawadh I et le communisme Mazdakite. * Cüveyni, Ala’ed-Din, Cihan-Kuşa. * Ebru, Hafız, Zübdet’ut-Tevarih. * Ebu Zehra, Muhammed, İslam’da Siyasi ve İ’tikadi Mezhepler Tarihi, Ethem Ruhi Fığlalı ve Osman Eskicioğlu tercümesi. * – , Mezhepler Tarihi, İsmail Dağ tercümesi. * El-Biruni, Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed, El-Âsar’ul-Bakiye an-Kurun’il-Haliye. * Gök Alp, Ziya, Eski Türkler’de din, Dar’ül-Fünun Edebiyat Fakültesi mecmuaları. * Gölpınarlı, Abd’ul-Baki, Türkiye'de Mezhepler ve Tarikatlar. * Hasıri, İkd’ul-Ferid Haşiyesi. * Handmir, Gıyas’ed-Din, Habib’üs-Siyer. * Harimi, Tahir, Nakli İlimler Tarihi. * – , Tarihi Hikmette Sofiyun. * – , Tarihte Edremit Şehri. * Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi. * Hilmi Ziya, Mihrap mecmuaları – Anadolu’da dini ruhiyat müşahedeleri. * Hüseyin Hüsamettin Efendi, Amas’ya Tarihi. * İbn-i Arab Şah, Acaib’ul-Makdur. * İbn-i Hacer, Dürer’ul-Kamine. * – , Enbe’ül-Gumur. * İbn-i Haldun, Mukaddime. * İbn-i Şahne, Ravzat’ul-Menazır. * İbn-i Tikteka, Kitab’ul-Fahri. * İshak Efendi, Kaşif’ül-Esrar. * Kaşani, Ebu-l’Kasım Abd’Allah, Olcaytu Tarihi. * Kenarı, İbn-i Hallikan, Şekayık. * Kharezmi, Muhammed bin Ahmed, Mefatih’ul-Ulum. * Köprülü, Fuad, Türk Tarihinde İlk Mutasavvıflar. * Massignon, Louis, Essai sur la lexique du mystique musulmane. * Mes’udi, Ali, Muruc’uz-Zeheb. * – , Kitab’ut-Tenbih ve’l İşraf. * Muhsin Fani, Mubid, Tuhfe-i İsna Aşer’iye. * Muvaffık el-Mekki, Menakıb. * Öz, Mustafa, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü. * Öztürk, Yaşar Nuri, İmam-ı Â’zam – Savunması Şehid bir önder için Apolocya. * – , En-el Hak İsyanı – Hallac-ı Mansur (Darağacında Miraç). * Reşidi, Fazl’ul-Lah, Cami’ut-Tevarih. * Sıbt İbn’ul Cezvi, Mir’at-uz-Zaman. * Suver’ul-Ekalim, İbn-i Nedim, Fihrist. * Süyuti, Celal’ed-Din, Tarih’ul-Hulefa. * Şehristani, Muhammed, Kitab’ul-Milel ve’n-Nihal. * Şerafeddin, M. Pamir İsma‘ilileri, İlahiyat Fakültesi Mecmuası. * Yakut’ul-Hamavi, Ebu Abd’ul-Lah, Mu’cem’ul-Büldan. * Zeydan, Jorji, Medeniyet-i İslam’iyye Tarihi, Zeki Magemez tercümesi.

Kaynaklar

Vikipedi

Bu konuda henüz görüş yok.
Görüş/mesaj gerekli.
Markdown kullanılabilir.

Bâtınîlik
2 yıl önce

gelen kısımları ise Bâtınîliğin “Alâllah” kulları tarafından temsil edilmesi şeklinde arz edilmekteydi. Ayrıca, Türk dininin i’tikadî kuramları içerisinde...

Mutezile
2 yıl önce

Mutezile (Arapça: المعتزلة), İslam dininde bir itikadi mezhep. Mutezile, kelime olarak (i'tezele sözcüğünden türeyerek) "ayrılanlar, uzaklaşanlar, bir...

Mu'tezile, Abbasiler, Adalet, Ahiret, Ali, Allah, Arapça, Babilik, Bahailik, Büyük günah, Cebriyye
Babailik
2 yıl önce

fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar. Bu devirde Anadolu’da Bâtınîliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış...

Babailik, Anadolu, Din, Mezhep, Selçuklu Devleti, Taslak, Türk, Şamaniz, Baba İshak, Babailik
Bektaşîlik
6 yıl önce

dolaşan “Kumral Baba” benzeri birçok “Şîʿa-i Batıni” dâîleri Kocaeli bölgesine yerleşen Türkler arasında Bâtınîliği yaymaktaydılar. Orhan Gazi devrinde Rumeli...

Hurûfilik
2 yıl önce

tâbiriyle zikretmektedir. ^ Balcıoğlu, Tahir Harimi, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Türkler arasında İslâmiyet’in intişarı ve Şiîlik cereyanları: İlm’û-Cifr’in...

Baba İshak
2 yıl önce

Ansiklopedisi, Cilt 4, Sahife 368-369. ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları, (Mukaddime ve Notlar: Hilmi Ziya Ülken), Kanaat Yayınları...

Maniheizm
2 yıl önce

olmuştu. Bazı İslâm mezhepleri Mâniler ile mücadelelerini sürdürürlerken onlarla kaynaşarak, ya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Maniheizmin tesirine...